“Güzel hatta şahane. Asla bitmesin. Lakin bu saltanatın kesilmesi ürkütüyor. Ayrıca hayallerin gerçekleşme isteği kalbimde ukde.”
“Şimdi seni bahçeden çıkartacağım. Benim de yaşadığım “dünya hayat” boyutunda kurguya salacağım. Orada acı da var. Sevinç de. Gülmek de ölmek de. Zaruret halleri de mücadele de.”
“Neden?”
“Anlam yolculuğunda gerekli. Şimdi seni zorlu bir hayat bekliyor. Her zorluğa karşın bana sadık mısın göreceğiz. Sadık kalırsan bu bahçeye yeniden dönersin. Yok, eğer aksi olursa ateşten bir hapishane mekânın.”
“Yazan sensin ama. Beni sadık olmaya zorlayacak da yalancı yapacak da sensin.”
“Sözlerinin altında yine bir sitem. Sana söylemiştim oysa: Soru sormak yok. Sadece bundan sonra ne yapabileceğini hangi görevlerin adamı olduğunu sorabilirsin. Ve hatırlatırım: Seni ve seni yazan beni yaratan Allah’ı tanımak için yola çıkıyoruz.”
(…)
“Hayallerimin her şeye hâkim olması zaten mümkün değil. Körlük çok zaman kötü ama bütün perdelerin açılması yakıcı. Peygamberimiz (sav) bir defasında “benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız” buyurmuştu. Hz. Muhammed (sav)’in bildiklerini bilmek mümkün değil. Nebilik şerefinde olmayan kimse onu taşıyamaz. İşte bu körlük ve cehalet, hayatın doğal akışı için zaruri.”
“Ben, Hayy b. Yekzan olma niyetindeyim. Hakikate ulaşmak için.”
“Hayy b. Yekzan, doğru bir adada hakikati aklı ile bulmaya çalıştı. Ana hakikate yani Allah’a ulaştı doğru. Hiçbir insan olmadan Allah’ın varlığına ulaştı. Çok sonraları adaya gelen Absal’dan aynı hakikatin Peygamberler tarafından da tebliğ edildiğini gördü. Artık anlıyordu: “Hayatın yüce bir gayesi var.” Derken adadan ayrılıp şehre gitti. İnsanlara “yüce hakikati” anlatmaya çalıştı.”
“Eee benim de aynı hakikatin peşinde koşmamım ve sorularla perdeyi açmamım ne mahzuru var?”
“Ama hikâye bitmedi. Hayy, kendince hakikatleri anlatırken bir şeyi anlamadı. Peygamberler sadece insanların kendi dilleriyle hitap etmiyordu. Aynı zamanda anlayacakları dilden de tebliğ ediyordu. İnsan tabiatını bilerek. Üstün vasıfları olan insan ama garip zaafları da bulunan beşer. Hukuka inanma hassasiyeti var ama hukuku ayaklar altına alma hırsı da mevcut. Kısa hayatın içinde çeşitli hırslara bürünebilen insan. Dinle ayeti: “Bir zamanlar Rabb’in meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. (Melekler): “A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” dediler. (Rabb’in): “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.” (Bakara Suresi: 30) İşte Hayy, kendisi de insan olmasına rağmen melek gibi gördü kendini. İnsanlar, bunca hakikate rağmen nasıl olur da bozgunculuk yaparlar dedi. Niye mahkemelere düşerler? Dahası mahkemelere ne ihtiyaç var? Hele birbirlerini eften püften sebeplerle öldürmeleri. Aslında Hayy, bir dünya kurmuştu hayallerinde. O dünyaya çağırdı insanları. Lakin hiçbir insan, Hayy’ın çağrısına icabet etmedi. İcabet edenler de aklını kiraya vermişti. Bir hayale âşık olmuşlardı. Ama Hayy, yemek yedikten sonra boşalma zaruretini bile akıl edememişti. Dünya, zaruretlerin kıskacında bir yer.”
“Birilerinin çıplak hakikati bildirmesi gerekmez mi? İnsanlar Hayy’a itibar etmese de çıplak hakikat, hakikattir ve söylenmesi gerekir.”
“Hakikati, elçiler yani Peygamberler iletti insanlara. Nasıl tuvalete gidip gitmeyeceklerini bile öğretti, insana. Hayy b. Yekzan’ın çağrısı ise kendisince bulduğu hayatın sırrı idi. Hâlbuki bulduğu sır bile birçok sırrı içinde barındıran sır. Hayy’ın sırları hayatı donduran, insanın yapısına ters işler. İnsana hitap ediyorsanız insan boyutunda anlatmak zorundasınız. O bir ruh ama aynı zamanda toprak. İkisinden birini ihmal çukura davetiye. Katı toprak da insanı çukurlaştırır, tamamen mistik anlatımlarda. Kaldı ki Peygamberler bile çok zaman hakikatin bütününü insanlara anlatmadı. İnsanın ihtiyacı olan ve kaldırabileceği kadarını anlattı. Hz. Muhammed (sav)’e inen Kur’an-ı Kerim’de âlemlerin Rabbi şöyle buyurdu: “Sana bu kitabı indiren O’dur. Bunun ayetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu ayetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih ayetlerdir. Kalplerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyiflerine göre tevil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde derinleşmiş olanlar: “Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındadır” derler. Üstün akıllardan başkası da derin düşünmez.” (Al-i İmran Suresi: 7)”
“Kötü niyetli olmasa da Hayy b. Yekzan, bu ayete göre derin düşünceli değil yani.”
“Aynen öyle. Derin düşünce sahibi olanlar, hakikatin bütününü kucaklamak iddiasında bulunmaz. Kendi yanında ürettiği tefekkürü tek kurtuluş yolu olarak göstermez. Tefekkür; bilinenden bilinmeyene ulaşma arzusu. Bilinenlere ulaşıldıkça aslında bilinenlerin denizde bir damla olduğunun idraki. Tefekkür edenler şöyle resim ediliyor: “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve “Rabbimiz!.. Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru” derler.” (Al-i İmran Suresi: 191)”
“Ama Peygamberin (sav)’in arkadaşları bile yani ayette zikredilen sahabeler bile meselenin özünü kavramak için mücadele ettiler. Onlardan İmran b. Husayn anlatmış: “Mescidde Resulullah (sav)’in huzuruna girmiştim. (O sırada) Ben-i Temim kabilesinden bir grup insan geldi. Peygamberimiz onlara “Ben-i Temim size müjde olsun” buyurdu. Bunun üzerine Ben-i Temim’den bir kişi; “Bize müjde verdin. Öyle ise bizlere Beyt’ül Maldan iki kere bağış yap” dedi. Resul-i Ekrem (sav)’in yüzünden rengi attı. İşte tam bu sırada Yemen Halkından bir grup Eşari mescide girmişti. Peygamberimiz onlara; “Ey Yemenliler!.. Ben-i Temim’in kabul etmediği müjdeyi bari siz kabul edin” buyurdu. Eşariler bunun üzerine; “Kabul ettik ey Allah’ın Resulü!... Biz dinimizi öğrenmeye ve bu yaratılış işinin başı ne idi, onu senden sormaya geldik” dediler. Peygamberimiz (sav) Efendimiz soruya şöyle cevap verdi: “Bidayette Allah vardı. O’ndan önce başka bir şey yoktu. O’nun Arş’ı suyun üzerinde bulunuyordu. Sonra gökleri ve yeri yarattı. Sonra kader defterine ebede kadar olacak her şeyi yazdı.” (Buhari, Tirmizi)
“Peygamberimiz bu hadiste işin sebebi ve sonucunu anlattı. Sebeb ve sonucun vesilelerini değil. Sebebin sırrını asla anlatmadı. Perdenin arkasına giderken perdenin sırlarını değil. Öyle olsaydı kader hususunda tartışan sahabelerine “Siz bununla mı (Kaderi Tartışmakla) emir olundunuz? Ben size bununla mı gönderildim. Sizden öncekiler kaderi tartıştıklarından helak oldular” (Tirmizi) der miydi?”
“Ayet öyle söylüyor: “Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiç bir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür.” (Bakara Suresi: 255) Allah’ın ilmi mutlak. Bizim ilmimiz de ancak bize bildirilen kadar, doğru. Benim merak ettiğim şu: Allah’ın Levh-i Mahfuz’u var. Her şeyin ve olacakların yazısını yazmış oraya. Şimdi sende beni yazıyorsun. Allah da senin gibi mi yazıyor?”
“Haşa!.. İlk öğrenmen gereken de bu zaten… Allah, zatıyla, fiilleriyle ve sıfatlarıyla eşsizdir. Hiçbir şey O’na benzemez. Ayet şöyle buyurur zaten: “O’nun benzeri olan hiçbir şey yoktur.” (Şura Suresi: 11) Benim yazmam ile Allah’ın yazması bir olamaz. Ayrıca ben, nihayetinde nasıl olduğumu anlamasam da hakiki anlamda mükellef. Sen ise sadece ve sadece benim oyuncağım. Sen ile hakikati kucaklamayacağız. Orada hakikat var diyeceğiz. Artık anla!..”
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.