İnsanın ilahlığını savunan aydınlara göre felsefe ve uygarlığın menşei Yunanlılara dayanmaktadır. Hâlbuki tarihin bidayetini oluşturan medeniyetlerin ana merkezi Ortadoğu Coğrafyası’dır.
İlk insan ve ilk peygamber, bu topraklardan insanlığa seslenmiştir. Elçilerin ekserisi adeta kapı komşusu gibidir.
Burası hem medeniyetin beşiği hem de uygarlıkların doğu-batı ve kuzey-güney ekseninde transferini sağlayan bir havzadır. Asya ve Avrupa kıtalarının kesişme noktası.
Mıntıka da yer alan Kâbe; müslümanların her yıl yerkürenin neresinde olursa olsunlar ziyaret ettikleri ibadet, siyaset, kültür ve ticaret merkezidir.
Kudüs; üç büyük dinin merkezi ve orada olacak bir hadise, bütün dünyayı tesiri altına alacak potansiyeldedir.
İnsanlığın ana kodlarını ancak bu bölgeyi izleyerek anlayabiliriz. Coğrafyayı ihmal eden açıklamalar bırakın eksikliği yanlışlarla malul olacaktır.
Cihan Hâkimiyetini ele geçirmek isteyen güçler için Ortadoğu daima önemli olmuştur. İskender ve Osmanlı ancak bölgeyi fethederek dünyaya egemen olmuştur. Napolyon’da durumun farkındaydı ve bu sebeple Mısır’ı almaya çalıştı.
I. Dünya Savaş’ında İngiltere, Almanya, Fransa ve Rusya arasındaki mücadelenin merkezi, Ortadoğu ele geçirmek üzere kurgulanmıştı. Hitler, Alman Yayılmacılığının perçinlenmesi için bu topraklarla yatıp kalkmıştır.
Soğuk Savaş Sonrası ABD; Rimland Teorisini esas alarak Irak ve Afganistan’a saldırmıştır. Rimland Teorisi; Yale Üniversitesi Profesörlerinden Nicholas J. Spykman tarafından geliştirilmiş ve kenar kuşağa (Mısır-Afganistan hattı) egemen olan bir gücün dünya hâkimiyetini ele geçireceğini iddia eden teori. Yanlış mı?
Bölgeyi (Afganistan-Mısır hattı) ele geçiren bir güç, batıda Avrupa Birliği, kuzeyde Rusya, doğuda Çin, Hindistan ve Japonya’yı kontrol altına alabilir. Kısaca bölge, medeniyetlerin kesiştiği ve mücadele ettiği bir arenadır.
Ortadoğu’yu ihmal eden herhangi bir erk, hem küresel bir güç olamaz hem de bölgeyi elinde tutan kuvvetin eksenine girmeye mecbur kalır. Bu sebeple Ortadoğu’daki iç ve dış siyaset, her daim canlı bir karakter çizer.
Bölgenin mihver öğelerinden birisi de ticari yolların burada olmasıdır. Kureyş Suresi’nde de işaret edildiği gibi bölge, iktisadi faaliyetlerin merkezlerinden birisidir. Ümit Burnu’nun keşfedileceği 16. Yüzyıla kadar İpek Yolu Batı ile Doğu arasındaki ticaretin merkezindedir. 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılması ile birlikte bölge, stratejik olarak vazgeçilmez hale gelmiştir. Batı ile Doğu arasındaki uzaklığı \%67 oranında azaltan Kanal, bütün dünya için çok önemlidir. Buranın kontrolünü ele geçiren güç dünya üzerindeki ticari dengeleri de elinde tutar.
Kara altın buradadır. Petrol, bölgenin ekonomik, politik ve sosyal olarak önemini arttırmaktadır. Petrol, Basra Körfezi ile Kızıldeniz’in önemini arttırmış ve dünya deniz ticaretinin kalbini oluşturmuştur. Sanayileşmiş ve sanayileşen ülkelerin petrole ihtiyaçları petrolsüz bir yaşamın imkânsızlığını gündeme getirmektedir. Ayrıca alternatif enerji kaynaklarının kaynağı da burasıdır.
En uzun nehirlerden Nil, bereket kaynağı Dicle ve Fırat bölgenin tarım potansiyelini oluşturur. Hiç şüphesiz ziraat politikalarına gereken önem gösterilirse dünya tarım ticareti açısından bölge merkezi öneme sahip olur.
Bölge İslam faktörü harici değerlendirmelere tabii tutulmuştur. Hâlbuki müslümanların bu bölgeye bakışını din şekillendirmiştir. Doğu ile Batı arasında bir köprü vazifesi gören İstanbul, Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilirken Hz. Peygamber (sav) Efendimiz tarafından verilen müjde ile fethediliyordu.
Bölge Balkanlardan başlayarak tarihi ve kültürel özellikleri ile İslam’a bağlıdır. Balkanlarda bulunan bir camii, İstanbul’daki Sultanahmet Camisi ve sözgelimi Medine veya Afganistan’da bulunan bir camii ortak kültür ve tarih birikimini yansıtır. İlk önce Balkanlar bu bölgeden ayrılarak buradaki İslam varlığı tasfiye edilmiş Soğuk Savaş sonrası Sırplar, buradaki tarihi ve kültürel eserleri yok etmişlerdir. Coğrafya algılamasına sahip olan müslümanlar, daha sonra bu bölgenin kendi bölgeleri olduğunu unutmuşlardır. Hâlbuki tarihi olarak sabittir ki; Mekke nasıl bir İslam şehri ise Atina veya Selanik’te İslam şehridir. Burada anlatmak istediğimiz şey, bu bölgenin İslam faktörü olmadan değerlendirmesi mümkün değildir. Böyle bir değerlendirme müslümanlar için keskin bir tarih kırılmasına yol açar ki; tarih kırılmalarını yoğun olarak yaşayan toplulukların dünya üzerinde etkin bir güç olması mümkün değildir.
Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Ve işte böyle, vasat bir ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine adalet ör-neği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun. Daha önce içinde durduğun Kâbe’yi kıble yapmamız da şunun içindir: Peygamber'in izince gidecekleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım. Bu iş elbette Allah'ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok ağır gelecekti. Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Bakara Suresi: 143)
Burada geçen “vasat” kavramı kelime olarak orta ve merkez gibi manalara gelmektedir. Ümmet kavramının teşkilatlı bir gücü ifade ettiği malumdur. Ayette geçen “şahitlik” kelimesi de önderlik manasındadır. Buna göre müslümanlar peygamberin önderliğinde insanlığa şahit olan merkez ümmettirler. Bu ümmetin doğum yeri olan bu coğrafya önderlik misyonu ile de uyuşmaktadır. Yeni bir paradigma düzleminde İslam Coğrafyasından dünyaya bakan ve onu şekillendiren bir anlayışa sahip olmamız şarttır. Aksi takdirde bölgesel, etnik veya ekonomik tanımlamalar çerçevesinde hedefler belirlenir ve çıkarlar ayarlanırsa küresel güçlerin etkisi çerçevesinde görev adamı olmaktan kurtulamayız.
Türkiye’nin son zamanlarda özellikle dış politika ekseninde yeni açılımlar ortaya koyduğu bir gerçektir. Soğuk Savaş sonrası edilgen siyaset etken siyasete dönüşme yolundadır. Bu noktada Türkiye kendisini merkez ülke statüsüne koymuş ve dünyanın değişik ülkelerine doğru diplomatik atağa kalkmıştır. Dış politika tek merkezli (AB veya ABD) yapıdan çıkmış çok merkezli bir yapıya evrilmiştir. Bu gelişmeler çok kimseler için olumlu olarak değerlendirilebilir. Ama burada çok ciddi bir paradigma eksikliği söz konusudur. Zira Türkiye’nin bir pusulası yoktur. 2005 yılını Afrika yılı olarak ilan ettiniz fakat o insanlara ne anlatacaksınız? Milliyetçiliğin veya Kemalizm’in oradaki insanları heyecanlandıracağını bekleyemezsiniz. Sadece ekonomik işbirliğinin siyasi manada fazla bir kazanımı size dönmez. Orada Avrupa değerlerine sahip olmanızı anlatmanızda sizden daha çok Avrupa’nın işine gelir. Türkiye milliyetçi ideoloji ile kendi içerisindeki Kürtlerle bile tam bir intibak içerisinde değildir. Bu noktada dışa açılmanız paradigma eksikliği nedeniyle yörüngenizin sürekli değişmesine sebep olur. Yörüngenizin sürekli değişmesinden rahatsızlık duyarak içe kapanmanız da çare değildir. Zira mevcut dünya şartları böyle bir davranışa izin vermemektedir. Kaldı ki tarih, kültür ve coğrafyanız böyle bir içe kapanmayı imkânsız kılmaktadır. Bu durumda dünyayı anlamlandıracak ve Türkiye’ye yörünge çizecek sadece İslam Dini’dir.
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.