Siyaset, farklılıkları ahenkle idare etme sanatıdır. Peygamberler, insanları farklılıkları ile kardeşçe ve sözleşmelerine bağlı bir şekilde yaşatmaya çalışmışlardır. "Hani bir de, Musa kavmi için (çölde) su aradığı zaman ona: "Asanı taşa vur" demiştik de, (o asasını taşa vurunca) taştan on iki pınar fışkırmış ve her kabile su içeceği pınarı öğrenmişti. (Onlara dedik ki:) 'Allah'ın verdiği rızıktan yeyin için (fakat) yeryüzünde fesatçı olarak taşkınlık yapmayın." (Bakara Suresi: 60)
“Biz onları (İsrailoğullarını) ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk (ümmet) olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: "Asan'la taşa vur" diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp fışkırdı; böylece her bir insan topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) "Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin." Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (Araf Suresi: 160)
Suyun on iki kola ayrılması her aşiretin birbirleriyle kavga etmeden su alacağı yeri bilmesi içindir. İslam’a dayanan sosyal ve siyasal bir sistemde farklılıklar yok sayılmaz; barış içinde yaşamanın yolları aranır. Kıssa da asa idarenin referansını, kaya hükümeti, su ise icraatları anlatmaktadır denilebilir.
M. Hamdi Yazır, şu açıklamayı yapmaktadır: “İsrailoğulları on iki boya ayrılmış ve her boyu bir idareci temsil ediyordu. Her boy nihayetinde Hz. Musa (as)’a tabii idi ve kendi içlerinde özerk bir yapıları vardı. Onlar Hz. Musa (as)’a yağmur duası için müracaat ettiklerinde Peygamberleri asasını taşa vurmuş ve oradan on iki pınar fışkırmıştır.
İşte Hz. Musa (as)’nın kavminin on iki boya ayrılması ve aynı zamanda hepsinin başında Hz. Musa (as)’ın bulunması her birinin aynı yerden çıkan ayrı ayrı pınarlara ve özel nimetlere ermesi ile ilgilidir. İsrailoğulları’nın hepsi aynı kökten geliyordu ama hepsinin meşrebi bir değildi.
İsrailoğulları anlaşmazlığa yatkın idi. Tih Sahrası’nda hayretle dolaşıp dururlarken aralarındaki anarşiye, haset ve didişmeye engel olacak ve bununla beraber onların özelliklerini yok etmeyecek bir taksim şekli ve bir teşkilat ile on iki boy halinde bir kavim olarak Musa’nın yönetimi ve peygamberliği altında birleştirilmiş ve bu suretle hem özel hem genel nimetlerle ihsana uğramışlardır.”
Farklılıklar yok sayılır; taşkınlık ve fesat ile bastırılırsa sulhun imkânı kalmadığı gibi iktisadi zenginleşmenin de önü tıkanır. Zira farklılıklar aynı zamanda imkândır. İktisadi araştırmalar göstermiştir ki; ekonomik gelişme ile özgürlükler birbirine zıt değildir. Hürriyet, iktisadi zenginliğin de vesilesidir. Türkiye’de terör hadiseleri sadece askeri harcamaların boyutunu arttırmakla kalmamış aynı zamanda Kürt Kimliği’nin tanınmaması sonucu iktisadi zenginliği de tıkamıştır.
Devlet herhangi bir siyasi teşekkülün belirli bir coğrafya üzerinde insanlar üzerinde dahili ve harici hakimiyet kurmasının adıdır. Devleti diğer örgütlerden ayıran en önemli nüans kuvvet kullanma tekelini elinde tutmasıdır. Yaygın olması, egemenlik sahası içerisinde en üstün güç olması gibi ayrımlar netice de kuvvete dayandığından nihayetinde devleti diğer örgütlerden ayıran farkın kuvvet olduğunu söylememiz icap etmektedir. İyi de devletin kuvvetinin kaynağı nereden gelmektedir?
Devletin gücünün kaynağı asabiyettir. İnsanlardan bir grubun bir ideal etrafında birleşmesi ve ideallerini temsil ettiğine inandıkları örgütlerini koruma refleksi devletin kuvvet kaynağıdır. Bu sebeple olsa gerek İbni Haldun şu kısa ama etkili önermede bulunmaktadır: “Devlet kurmak için asabiyet zaruridir.” Her ne kadar devletin kuruluş döneminden sonra devleti ayakta tutanın devletten sağlanan rant olduğu söylense de gerçekten devleti ayakta tutan en önemli unsurun kuruluş döneminden sonra bile asabiyet olduğunu söylememiz icap eder. Dahili ve harici tehditlere karşı canını bile ortaya koyabilen kimseler devleti yaşatırlar.
Asabiyet; grup hissi, kabile ruhu, aşiret dayanışması, sosyal bağlılık ve cemaatleşme gibi manalara gelmektedir. Aileden başlayarak en küçük örgütlenmeden en büyüğüne kadar bütün örgütlenme modelleri bir asabiyet üzerine kuruludur. Bu asabiyet gücün de kaynağıdır. Asabiyetin illa da haklı bir temele kurulmuş olması gerekmez. Milliyetçilik gibi haksız temellere de dayanabilir. Zaten gerek haklı olsun gerekse de haksız olsun asabiyet bir nebze de gözü kara olmayı gerektirir. İslam Dini, Allah ve Resulüne kayıtsız ve şartsız teslimiyeti ön görür. Onlar sorgulanamaz.
Arapça olan asabiyet kavramı; bir kimsenin baba tarafından akrabalarının oluşturduğu topluluğa verilen isimdir. Bu anlamıyla asabiyet biyolojik bir realitedir. Aileler gerek tanışmak gerekse de el birliği ile yeni topluluklar oluşturmak için yeni asabiyetler oluşturmak zorundadır. Evlilik kurumu netice de çekirdek aile içerisinde olamayacağından yeni ailelerle kaynaşmak zaruridir. İşte bu noktada karşımıza asabiyetin nitelikli kısmı olan sebep asabiyeti çıkmaktadır.
İlkel asabiyet modeline ırkçılık da diyebiliriz. Zaten ırkçılık, birisinin kendi kavmine mensup birisini haklı veya haksız bütün meselelerde başkalarına karşı korumayı, ona destek vermeyi ifade eder. İslam insanları medenileştirmek ve diğer insanlarla iş birliği ortamı inşa etmek için gelmiştir desek yanlış olmasa gerek. Haklı olarak bir kimsenin kavmini desteklemesi doğal örgütlenme ve güç elde etme vesilesi iken haksız olarak kavmini desteklemek ise milliyetçiliktir. Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, kişinin nesep asabiyetini bayraklaştırmasını İslam dışı bir davranış olarak göstermiş ve bu kimseleri İslam dışında tarif etmiştir. Nitekim hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "İnsanları bir asabiyet için toplanmaya çağıran, bir asabiyet için savaşan ve asabiyet uğrunda ölen bizden değildir."
İslam Dini’nde asabiyetin merkezinde yine din vardır. İman ve küfür asabiyetin de rengini değiştirir. Hz. Nuh (as) oğlunun kurtarılmasını istediğinde Allahü Teâlâ (cc) şöyle seslenmişti: “Dedi ki: "Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum." (Hud Suresi: 46) Baba ile oğlun arasına iman girer. İslam Dini din bağına son derece önem vermekte herhangi bir bağın İslam’ın önüne geçmesine müsaade etmemektedir.
İslam’ın istediği cemiyet hayatında Allah ve Resulüne mutlak teslimiyettir. Bizzat devlet bile din içindir. Dini korumak ve yaymak devletin asli görevidir. İslam Devleti, bu asabiyet üzerine kurulu bir devlettir. Gücün ve asabiyetin kaynağı dindir.
İbn-i Haldun devlet kuran birçok kavmin asabiyete dayanarak devlet kurduğunu tespit etmiştir. Hatta ona göre din devleti ideali toplumun asabiyetine dayanmadan tamamlanamaz ve yaşama şansı bulamaz. Nitekim Peygamberimiz (sav) bu gerçeği şöyle ifade etmişlerdir: "Allah bir peygamberi ancak kavminin metin ve bahadır taifesinden gönderir." İyilikleri egemen kılmak ve kötülükleri de yasaklamak temenni ile olabilecek bir iş değildir. Bu sebepten olsa gerek Allahü Teâlâ (cc) emr-i bil maruf nehy-i anil münker yapacak bir cemaatin bulunmasını Müslümanlara emretmiştir: “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Al-i İmran Suresi: 104) Emir ve sakındırma ancak kuvvet ile mümkündür.
Bildiğimiz gibi aşiret ilişkileri doğal ve rızaya dayalı örgütlenmelerdir. Devlet ise zora ve şiddete dayanan bir örgütlenme modeline dayanır. Zora ve şiddete dayanan devlet örgütlenmesinin daimi ve istikrarlı olabilmesi için doğal ve rızaya dayanan örgütlenmelere dayanması adeta zaruridir. Dolaysıyla aşirete dayalı asabiyet, gerek devlet kurmak gerekse de devlet yıkmak için gereklidir. Önemli olan nesep asabiyetini, hakkaniyet üzerine bina edebilecek sebep asabiyetine zemin yapmaktır. Üst otoritenin hakka dayanmasıdır mühim olan.
İdareciyi yönlendiren amil nesep asabiyeti değil sebep asabiyeti olmalıdır. Türkiye’de hilafetin kaldırılması nesep asabiyetini sebep asabiyetine odaklandıran vesileyi de ortadan kaldırmıştır. Zira ideal olmadığından sebep asabiyeti ortadan kalkmış ve koyu ırkçı söylemler devletleşmeye başlamıştır. Kürtler açısından da durum pek parlak değildir. Son yıllarda Kürtlerde de ırkçılık illeti önemli bir yekûnunda ortaya çıkmıştır.
Halkına dayanmayan bir iktidarın dış güçlerle içli dışlı olması kuvvet ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Devleti yöneten bürokratlar Kürt Kimliğini dışlayarak kendi iç güçlerini de heba etmişlerdir. Devlet ayakta kalmak için kah Avrupa Birliği kah ABD ekseninde gidip gelmiştir. Devlet, hukuki, siyasi, kültürel olarak kimliğini tanımadığı insanlardan güç elde edemez. Güçsüzlük yeni güç arayışlarına kapı aralamıştır.
Türklük ve Türk Milliyetçiliği gibi tamamen nesep asabiyetini simgeleyen kabuller kelime oyunları ile sebep asabiyeti olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Türk Milliyetçilerine göre “ne mutlu Türküm diyene” sözü ırkçılık değil sebep asabiyetine vurgudur. Fakat bu kelime oyunları Kürtler üzerinde fazla bir etki de bulunamamış 29 tane Kürt İsyanı’na vesile olmuştur.
Siyasetin önemli bir öznesi olan asabiyet, Türkiye’de çatışmanın ve güç kaybının önemli bir öznesi haline gelmiştir. Kürtler ile Türkleri bir bayrak ve ideal altında birleştirmenin yolu, nesep asabiyetini sebep asabiyeti olarak yutturmak değildir. AK Parti’nin yapması gereken Kürtler ile pazarlık masasına oturmak değil üzerinde kurulduğu devletin nesep asabiyetini zaafa uğratmak ve kitlelerin nasıl bir devlet sorusuna hakkaniyet üzerine cevaplar vermektir. Kolay mı bu? Elbette imkânsıza yakın…
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.