ÖNE ÇIKANLAR :

YAZARLAR

Tanrıya değil, Stalin’e şükretmelisin!..

Ahmet Balki

02 Mayıs 2013 Perşembe 14:58
  • A
  • A

Sükûnet, hakkaniyet ve birlik için sosyal mizan, vicdan ve kuvvet lazımdır. Yalnız sosyal mizan ve vicdandan yoksun kuvvet, zulme vesile olduğundan insanlar da ayaklanma hissi uyandırır. Ayaklanma ve isyan ise her zaman olmasa bile çok zaman fitne ve fesadın daha çok yayılmasına vesile olur. Mülkün temeli kuvvet değil adalettir. Adaletin olmadığı yerde çatışma bitmez. Haksız bile olsa kişi ve toplumlara adil davranmak çatışmaların önlenmesi için elzemdir.

Kur’an-ı Kerim’de mü’minler arası çatışma olası görülmüş ve çatışmayı engelleme yolları gösterilmiştir. Nitekim şöyle buyrulmaktadır: “Mü'minlerden iki topluluk çarpışacak olursa, aralarını bulup düzeltin. Şayet biri diğerine tecavüzde bulunacak olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın; eğer sonunda (Allah'ın emrini kabul edip) dönerse, bu durumda adaletle aralarını bulun ve (her konuda) adil davranın. Şüphesiz Allah, adil olanları sever.” (Hucurat Suresi: 9) Ayet-i kerime’nin son bölümünde çatışma sonrası “adil davranmanın” önemine dikkat çekilmektedir. Aslında yenilen tarafı bastırmak da bir yöntemdir. Fakat bu yöntem yenilen tarafın intikam duygularını kamçılar. İçten içe kin biriktirir. Ve akacak mecra bulduğunda çatışmayı yeniden başlatır. Silah çatışmayı bastırmak için gereklidir ama bitirmek için yeterli değildir.

Resul-i Ekrem (sav) Medine’de kurulan İslam Devleti’nde elbette silahlı bir güce sahipti. Lakin O (sav), sosyal mizan ve vicdanı toplumuna egemen kılmıştır.

Adalete riayet etmeyen toplumlar; yıkılmaya mahkûmdur. Bu yıkılma illa ki toplum üzerine hükmeden devletin yıkılması anlamına gelmemektedir. Gerçi adaletsiz devletler de yıkılmaya mahkûmdur lakin adaletin olmadığı yerde vahşileşme eğilimleri çıkarak insanlar ayrışmaya başlar. Mafya otoritesi ve anomi hastalığı toplumu kaplar. Devlet saygınlığını yitirir ve sadece korku yayan şebekeye dönüşür. Adaletin dağıtılması mevzusunda insanların vicdanı yaralı ise mutlaka çıkış yolları ararlar.

Hileli sistemler güçlünün (kurnazın) hâkimiyetini, güçsüzün ise mazlumiyetini gündeme getirir. Bu toplumlarda kanunlar, bizzat güçlülerin haksızlıklarını korumak için inşa edilir. Anarşi, anomi, yabancılaşma, fitne ve fesadın sebebi kanunlar ve kanunları uygulayan mahkemelerdir. Onlar, lanetli kanunlarının hukuktan ırak olduğunu bilirler. Yasalarının vicdanları isyan ettireceğini sezdiklerinden kanunlarını niyet okuma üzerine kurarlar. Aşağıdaki fıkrayı sadece Sovyetler için değil:

SSCB’de adamın birinin devlet dairesinde çok önemli bir işi varmış. Hava sıcak, memurlar güçlük çıkartmışlar. Adam sıkıntıdan başlamış küfretmeye. Toparlayıp mahkemeye götürmüşler. Yargıç kime küfrettiğini sormuş. Adam “Ben Macar hükümetine sövdüm” deyince, yargıç komisere dönmüş “Rus hükümeti adı geçti mi?” demiş. Komiser, “Hayır, geçmedi ama ben 25 yıllık komiserim, hangi hükümete sövüleceğini iyi bilirim!” demiş.

Hukuksuz devletlerde “ağıt özgürlüğü” bile yoktur. Anayasalarında ağlayacakların kimlikleri bile tanınmaz. Savunma haklarınız kısıtlanır. Hatta yaptığınız savunmadan bile ceza alabilirsiniz. Türkiye’deki Özel Yetkili Mahkemeler de durum daha da vahimdir. Zira ne ile suçlandığınız bilinmeden tutuklanabilir ve aylarca size dosyanız gizli bırakılabilir.

Devletin kuruluş yıllarında adeta bir devrim mahkemesi misyonu gören İstiklal Mahkemeleri toplumsal mizan ve vicdanı ezip geçmiştir. Yargılamadan asmalar, şapka giydiği için kadınları idam etmeler toplum ile devletin arasını açmaktan başka bir işe yaramamıştır. Bu toplumda bizzat kanunlar ve onu uygulayan mahkemeler toplumsal vicdanı tahrip etmişlerdir.

Kanun yapıcılar adaletten yoksun ise bir anda milyonlarca Kürdü bir kalem darbesiyle yok sayabilirler. Onlar, Tanrı gibidirler; istediklerini var sayıp istediklerini yok sayarlar. İki iskelet Kiev sokaklarında karşılaşır. “Merhaba' der bir tanesi 'Sen ne zaman öldün?” Diğeri cevap verir: “1932'deki Büyük Kıtlık'ta. Peki ya sen?” “Tanrı'ya şükür, henüz ölmedim” diye yanıtlar iskelet. Diğeri onu uyarır: “Şşşt, bugünlerde Tanrı'ya değil, Stalin'e şükretmelisin. Ancak Stalin öldüğünde tekrar Tanrı'ya şükredebilirsin!” “İnsanlar ana dilleri ile konuşabilmeli mi?” Bu soruya hemen hemen tüm insanlar “evet” cevabı verirler.

Bilirler ki; ana dili yasaklamak insanlığı veto etmektir. Şeytanı taklittir. Lakin “Anadilde Eğitim”e birçok insan karşı çıkabilmektedir. Siyasi hırslardan ve eğitim sisteminden kaynaklanan reaksiyon, sanal tehditlerden beslenmektedir. “Ülke bölünür” gibi vehimlerle insanların doğru düşünmelerini engellenir. Bölünme tehditse; tek dili dayatıp diğer dilleri yasaklayan zihniyeti sorgulamalıyız. Hem suçlu hem de güçlü olmak bu olsa gerek. Bütün kötülüklerin anası kendisi için istediğini başkası için istememektir.

YORUM YAZ
Henüz yorum yapılmamış.

Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.