Hayatın manasının araştırılması onun sonunun da düşünülmesini yani ölümü gündeme getirecektir. Bu sebeple hayat üzerinde genellikle derin bir tefekküre girmez insanoğlu. Özellikle yaşadığımız şu zaman boyutunda insanın dünya hayatını “delicesine” yaşadığı bu halde tefekkür kolay bir hadise değildir. Ama büsbütün de hayat hakkında yorumlar yapılmıyor da değildir. Bu yorumların bir kısmı tefekkür görüntüsü altında felsefi inançlardır. Belki de hayatı anlamadan komik ve hazin bir şekilde ölümden kaçısın yoludur bu tür yorumlar…
Felsefi bakış açısına göre hayat bir rüya, hayal ve uyanıkken düş görme faaliyetidir. Bu açıklamaların elle tutulur bir gerçeği ifade etmediği malumdur. Zaten ortaya atanların da böyle bir gayesi yoktur. Esasen böyle bir niyette söz konusu değildir. Sadece bir kaçış söz konusudur.
Bu görüşler ölüm hakkında toplumun seçkinlerinin (!) ortaya attığı görüşlerdendir. Fakat toplumun geneli ölümü genelde hiç düşünmezler bile. Ölümü ve hayatı düşünmenin hayatın lezzetlerini yok edeceğini düşünürler. Hayat onlara göre sadece yeyip içmekten ibarettir. Ama öyle bir tehlikeli virajda bulunuyorlar ki gerçekten de acımamak mümkün mü? Ne zaman öleceğini bilmeden hayatı lezzetler içerisinde yaşamak. Zamansal hapis olunmuşluğun içerisinde yaşayarak hayatı ebedi olarak yaşayacakmış gibi yaşamak. Bu durum insanın kendisini aldatması değil de nedir? Zamanı gelmeyen ölüm geldiği zaman öte tarafta ateş olmasa bile ki var dünyaya bu kadar “delicesine” bağlanmak akıl karı değildir. Belki ters bir mantık gibi görünecek ama ne demek istediğimizi kısaca izah etmeye çalışalım.
Dünyaya delicesine bağlanan insan her anını kendince dolu dolu ve bütün lezzetlerden yararlanmaya çalışır. Ama kişinin hayatı sınırlıdır. Dünyaya delicesine bağlandıkça alışkanlık peyda eder. Bu alışkanlık vesilesi ile dünyadan ayrılacağı günde dehşet verici bir hayal kırıklığı ve hüzün duyar. Bu sebeple dünya hayatına “delicesine” bağlanmanın akıl ile izah edilebilir bir yanı yoktur. Öte tarafta ateş yoksa ki var dünyaya böyle delicesine bağlanmanın bir anlamı yoktur. Gerçi bu noktada bize şöyle bir itiraz gelebilir: “İyi ama ahiret hayatına inanmayan kimse için bu dünyadan yararlanmak gerekmez mi?”
Durumu bu pencereden baktığımız halde bile şöyle bir manzara ile karşı karşıyayız. Birincisi; ahiret gününe inanmayan insan için hayatında bir manası kalmamaktadır. Zaten dünya hayatına “delicesine” bağlanmanın sebebi de budur.
İkincisi hayattan zevk alma meselesinde bizlerin yaratılış özelliklerine yerleştirilmiş olan ihtiyaçlar bulunmaktadır. Yemek, içmek, cinsel ihtiyaç vs. bizlere yerleştirilen kuvvetlerdir. Bunları sadece zevk aracına dönüştürmek hayvanlarla aramızdaki farkı nötr haline getirecektir. Ama insan denilen varlık burada durmaz daha doğrusu duramaz. Yemek ve içmek için dünyayı fesada verecek milyonlarca insanın ölümüne bile sebep olabilecektir. Cinsel ihtiyaç için zina, tecavüz gibi nice nice sapıklıklara tevessül edebilecektir. Esasen insanoğlu hayatı hiçbir şekilde zevklerini tatminiyet içerisinde yaşamak mümkün değildir. Hayatın çeşit çeşit sıkıntıları mevcuttur. Dolaysıyla hayata lezzet almak için saldırsak hayvanlara benzeme tehlikesi ile başbaşa kalabilmektedir.
Dünyanın çeşit çeşit sıkıntıları da insanın hayattan zevk almasını engelleyecektir. Hadi diyelim ki şu sınırlı dünya hayatında içerisinde elem ve hüzün olmayan birçok günlerin hatırına dünyaya “delicesine” sarılalım. Bize verilen düşünce kuvvetinin ne işe yaradığını bize birilerinin izah etmesi gerekmez mi?
Buradaki bu soruya bazıları hemen “biz düşünce kuvveti ile devasa binalar, son model teknolojik aletler filan yapıyoruz” diyebilirler. Ama karıncalar, örümcekler, arılar ve bilumum hayvanlarda da nice yetenekler mevcuttur. Kaldı ki insanoğlu teknolojik aletler vs. yapabiliyorsa kendisinin hizmetine verilen varlıklar eli ile yapmaktadır. Eğer varlık bu şekilde yaratılmayıp insan düşman olarak yaratılsaydı insanın şu dünyada yapıp edebileceği belki de yaşayabileceği hiçbir şey olamayacaktı.
İnsanın teknolojik aletlerin varlığından yola çıkarak düşünce kuvvetini tatile göndermesinin hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Bu sadece bir avutmadan öte bir şey değildir. Düşününce şu kadim gerçeğin farkına varacaktır insan: ÖLÜM VAR!.. İşte tek başına bu gerçeğin bile kalbe yerleşmesi dünyadan zevk almasını demeyelim de delicesine dünyaya bağlılığını engelleyecektir. Hakikati bulma noktasında bir adım atma gereğini duyacaktır. Ama hakikat arayışında kendini vahye teslim etmez ise zihin dünyası kendisine yeni yeni tuzaklar kuracaktır. Zira… Zira ölüm ve hayat hakkında konuşacaksak mutlaka ama mutlaka ki fizik ötesi kavramlar olduğundan ölüm ve hayatı yaratan zatın sözlerini esas almak zorundayız. Bakınız ölüm ve hayat hakkında gerçekten de düşünen yazarlardan Sir James Jeans düşünmüş ama vahye tabi olmadığından hidayet kapısından geri dönmüştür. İşte onun sözlerinden bir bölüm:
“Son derece küçük ve sevimli kum yığınımızın dünyamızın üzerinde duruyor, feza boşluğunda dünyamızı çevreleyen öteki varlıkların tabiatını anlamaya çalışıyoruz. İlk başta korku ve dehşetle irkiliyoruz. Zaman bu alemi nereye götürüyor? Bu kainatın mevcudiyetinden maksat nedir? Bu evren nasıl korkunç ve dehşet verici boyutları var ki, aklımız onların sahasını kavramaktan aciz kalmaktadır. Üzerinden öyle uzun asırlar geçmiştir ki, onları düşünmek bile mümkün değildir. Bu uzun yılların yanında insanlık tarihi öyle sönükleşmektedir ki, göz kırpmak kadar kısa ve basit. Evet, evren bize korku ve dehşet vermektedir. Çünkü orada korkunç ölçüde bir bütünlük olduğunu izliyoruz. Uzay boşluğu içinde dünyamızın ne denli sönükleştiğini biliyoruz. Bizim bu dünyamızın uzayın diğer varlıklarına oranla dünyanın okyanuslarında bulunan milyonlarca kum taneciklerinden sadece biri olmaktan öteye geçmez. Fakat bütün dünyayı titreten en korkunç şey, görülebildiği kadarıyla bu evrenin düzenine ve planına yabancı kalmaktadır. Hatta bu evren ile bizim hayatımıza benzer bir hayat arasında köklü bir düşmanlık olduğunu söylemek gerçeğin ta kendisi olabilir. Çünkü uzayın büyük çoğunluğu öyle soğuktur ki, her çeşit hayat bütünüyle donar. Öte yandan uzayda yer alan maddelerin büyük çoğunluğu öyle bir sıcaklığa sahiptir ki, bu sıcaklık orada hayatı imkansız hale getirmektedir. Aynı şekilde uzay çok çeşitli ışınlarla dolup taşmaktadır. Bu ışınlar durmadan uzay cisimlerine çarpmaktadır. Ki, bu ışınların çoğu hayatın düşmanıdır ve ona son vermeye yeterlidir.
İşte şartların bizi içine attığı evren budur. Eğer bizim bu dünyada ortaya çıkışımızın, evrende meydana gelen ani değişimle gerçekleşmiş olması doğru değilse en azından gerçekten bir tesadüf eseri olarak adlandırılabilecek bir olay sonucunda meydana geldiğimiz söylenebilir.“
İnsanı ölümü düşünmekten alıkoyan hatta hidayetten yüz çevirttiren en önemli hastalık kibir hastalığıdır. Bu öyle bir hastalıktır ki; sahibinin hakkı görmesine engel olur. Nitekim alemlerin Rabbi Allahü Teala (cc) şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimi anlamaktan ve onlara imandan çevireceğim. Onlar her türlü ayeti görseler de inanmazlar. Hidayeti görseler de onu kendilerine yol edinmezler. Ama azgınlık yolunu görürlerse, hemen onun yolunu tutarlar. Böyle, çünkü onlar ayetlerimizi yalanlayıp onlardan gafil davranırlar.” (Araf Suresi: 146)
Allah’ın en önemli ayetlerinden birisi ölümdür. Ölümden herkes ders alacaktır. Ama önemli olan ölmeden önce ders alabilmek. Ölüm öyle bir varlıktır ki; yeryüzündeki bütün ideolojilerin ve felsefi açıklamaların anlamlarını sıfırlamaktadır. Ama sanal bir şey olan kibir insanın ölümden ders almasını veya ölüme göre hayatını programlamasını engeller. O’nu ciddiye almaz. Hatta alay bile eder hidayetle. Yalanlara kendini kaptırır. Bilmediği şey hakkında; ölümden sonraki hayat hakkında atar tutar. Dünya hayatının içerisinde gafletle yaşar durur. Nihayet haktan yüz çevirir: “Kendisine Rabb’inin ayetleri hatırlatıldığında onlardan yüz çeviren ve ellerinin öne sürdüğü günahları unutandan daha zalim kim olabilir? Biz, böylelerinin kalbleri üzerine Kur’an’ı anlamalarına engel olacak örtüler çektik, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar hidayete çağırsan da, bu halleriyle asla hidayet bulamazlar.” (Kehf Suresi: 57)
Bu kimseler üzerlerine örtülen örtü ile de kalmazlar çok zaman… Allah’ın ayetleri ile mücadele ederler. Onları insanların gözünde değersizleştirmeye çabalarlar. Zalimdirler onlar.
Ölüm; hayata mana kazandıran bir varlık.. Varlık çünkü ölüm bir yok oluş değil. Belk bir vasıta. Dünyadan ebedi hayata geçiren bir araç… Madem ebedi bir yolculuk var ve her gün binlerce insan bu yola doğru gidiyor. O halde ilk gündem maddemiz ölüm olmalı değil mi? Kibirlensek ne? İnsanlara ilahlık taslasak ne kazanacağız? Dünyaya “delicesine” saldırsak ne olacak? Hatta 1000’lerce yıl yaşasak ve sonunda ebedi hayata gideceksek anlamı ne?
Öte tarafta yani ahirette ebedi bir ateşin varlığı bizlere ihtar edilmiş. Yani şok durumu ile karşılaşmayacağız. Ama o ateşe bir kere ebedi bir azab yazılmış bir şekilde girersek dönüşü olmayan bir yola adım atarsak… İşte o zaman… O zaman ne kadar da geç olacak… Bize verilen düşünce kuvvetini kullanmak için vakit geçmiş olacak.
“Allah Adem ve zürriyetini yarattığı zaman melekler:
“Yer bunları sığdırmaz.”
Allah (cc):
“Ben içlerine ölümü bırakacağım” demiş.
Melekler:
“Öyle ise hayat onlara hoş gelmez.”
Allah (cc):
“Ben onların kalblerine emel yerleştireceğim” diye onlara ilham etmiştir.
“YIKILMAK İÇİN YAP, ÖLÜM İÇİN…
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.