Saçı sakalı uzun, avladığı mamutun postundan kendine giysi yapmış o adamı görür gibi oluyorum. Tek amacı var; filmlerden, belgesellerden hatırladığımız haliyle hayalimizde yer etmiş o uzun saçlı, yine kendisi gibi posta bürünmüş, tek omuzu açık kadını etkilemek. Yaşadıkları mağaranın loşluğunda, o günkü av macerasını çiziyor duvarlara. Harf yok o zamanlar ama aklının içindekileri kalıcı kılması lazım çünkü insan. Yazı yok o zamanlar ama çizgiler yeterli.
İki ordu kıyasıya savaşıyor. Neferti’ tiye damat giden Hitit Prensi yolda tuzağa düşürülüp öldürülmüş. Hitit kralı toplamış ordusunu yürümüş Mısır üzerine ama hiç beklemedikleri bir olay gerçekleşiyor. Güneşin aydınlık yüzü, birden kararınca, tanrıları kızdırmış olduklarını düşünüp bırakıyorlar savaşı. Tarihin ilk yazılı antlaşması olan Kadeş imzalanıyor. Kağıtla kalemle değil kırmızı bir taş tablet bu Kadeş dedikleri İstanbul Arkeoloji Müzesinde duruyor şimdi.
Binlerce yıl sonra Anadolu’ da araştırma yapan arkeologlar binlerce yazılı tablete ulaşıyor. Yazmışlar ve arşivlemişler, özel zarflar hazırlamışlar, numaralandırmışlar. Ticaret, hukuk, ekonomi, edebiyat. Gılgamış, Enkiduyu kaybetmiş, ölümsüzlüğü arıyor, büyük tufandan bahsedilen en eski yazılı metin. Mısırda İskenderiye Kütüphanesi yanıyor, parşömen külleri havalarda uçuşuyor.
Bilgi bilimcilerin yaptıkları araştırmalara göre her yıl bir önceki yılın dört katı özgün bilgi üretiliyor. Google, Microsoft gibi büyük firmalar verileri saklayabilmek için, sunucu çiftlikleri kuruyorlar ama yetmiyor. Üretilen saklama ortamları, USB bellekler dahil artık dünya üzerinde üretilen bilgiyi depolamaya yetmiyor.
Demem o ki insanoğlu düşündüğünü fark ettiği ilk anlardan itibaren yazıyor. Yazıp, yazıp saklamak için mi yazıyor? Hayır beğenilmek için yazıyor, başkaları da kendisi gibi düşünsün, diye yazıyor, öğretmek için yazıyor ve doğru olduğuna inandığı için yazıyor. Kimisi yazdıkça büyüyor, kimisi de yazdıkça yalnızlaşıyor. En yalnız olanlarsa en kalabalık ortamlarda olanlar ve güzel yazanlar.
Elimizin altında klavye var artık. Benim gibi yazısını çivi yazısının ötesine geçirememişler için karalama, kazıma dönemi sona erdi. İmla hatalarıyla dolu üç beş satır yazıyı sosyal paylaşım sitelerine gönderiyoruz. O gün şanslı günündeysen bir iki kişi beğen butonuna tıklıyor, bir iki kişi de yönlendiriyor başkaları da okusun diye. Çoğu gece “İçimizde büyük bir iş görmenin saadetiyle” koyuyoruz yastığa başımızı. Yazdık ya yeni kriz gelene dek rahatız artık.
Geçenlerde bir arkadaşım “Sen de bütün yazmaya soyunanlar gibi çok fazla devrik cümle kullanıyorsun” diye eleştirdi beni. Devrik cümle kimin umurunda benim kafama takılan “yazmaya soyunmak” oldu. Hakkı vardı yazmaya soyunmuştum. Yazdıkça kalabalıklaşacak, kalabalıklaştıkça yalnızlaşacaktım. Soyundukça mahremiyetini kaybeder insan. gizlisi saklısı kalmaz, ayıbı, kusuru dökülür ortaya. Aşık ol. Aşık olursan daha güzel yazarsın diyenler olduysa da pek aldırış etmedim. İçimden geldiğince dilediğimce yazacaktım. Herkesten daha iyi yazacaktım.
Çırak ustayı geçmezse o sanat ölürmüş. Sloganım da hazır;
“Tek rakibim Yılmaz Özdil”
Gözüm üstünde, takip ediyorum…
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.
Tebrikler! Güzel bir üslubun var. Yazmaya devam...