Bir akşam hüznü çökerken, karanlığa doğru adımlarını atıyordu güneş. İçten içe sımsıcak gözyaşları bırakarak karanlığın kucağına içinde uyuyan gözyaşlarına yol vermeye başlamıştı..
Bir vapur, bir sandal, birde güneş Sefa Tepesinden seyredildiğinde ancak bu kadar yakışabilirdi. Gözyaşları bir insanın yüzüne yakışırmıydı..? Şu koskoca ağaçların gölgesinde kaç mutluluk ve kaç gözyaşı saklıydı kimse bilemezdi.
İnsan doğup , insan ölemeyen kaç kişi var acaba bu şehirde…? Şimdi kimler yada kimsesizler nerede kalıyorlar, şu ihtişamlı köprünün altında kaç can soluklanıyor, isyanlarla ve küfürlerle büyüyor acaba ?
Denizler ve karalar dantel gibi işlenmiş bu yeryüzünün gelinliğine sahip, güzel şehrin…Her köşesinde bir gelin olmanın hüznüyle gözyaşı döken insanları var mı? Benim gibi.. diye düşünüyordu.
Dünya’nın en küçük denizi olmasına rağmen, en büyük savaşlar ve kavgalar bu şehir için verilmemiş miydi.?
Bu kadar küçük bir yüzölçümüne sahip olmasına rağmen, insanların yüzlerinde nasıl derin izler bırakabiliyordu, nasılda kırışık ve buruşmuş yüzler vardı?
Ayasofya’dan esen bir rüzgar yanağından düşmekte olan gözyaşına hafif bir öpücük kondurup, çam ağaçlarının ve gecenin ardına doğru sakladı..
Beyni havanın kararmasına rağmen hala aydınlık ve gözleri kamaştırıcı şekilde sorular sormaya ve içinde cevaplar bulmaya çalışıyordu?
Kötü mü güzeldi iyimi ? Yanlışı mı sevmeliydi insan doğruyu mu ? Peki neden hep yanlış ve kötü davranışlar içinde olanlar, mutluluğun resmi olarak çiziliyordu?
Ayrılıklar neden hep geride bırakılanların gözlerinde yaşa dönüşüp, acı bırakıyordu? Bırakıp gidenlerde ağlar mı ?
Hangi aşk bu kadar, insanın gözünden suları akıtabilir?
Sorular zihninden kanatlanmış bir kuş misali, Çamlıca tepesinden süzülerek kanatlarının altına İstanbul’u alıyor..
Kadıköy, Ümraniye, Pendik ve Üsküdar’a doğru iniyordu…
Vapurlar yanaşıyor iskeleye, martılarla birlikte, deniz dalgaları ile sahili öpücüklere boğarken, güneş hafifçe kaküllerini akşamın rüzgarına taratıyor..
Tarih gözyaşlarını yazarken insanlığın “Dünya’da ayrılıktan daha acı bir şey” olmadığını anladığı zaman bütün dostlar ve düşmanlar. SON FATİH ebedi istiratgahına doğru gidiyordu. Eller üstünde değil, gönüller üstünde taşınıyordu. Ardınca yürüyordu, karşısında durmuş bütün ihanetlerini mevkilerinin ardına saklayarak, üzgün ve mahzunluğun ibaresini yüzlerine bir maske gibi takarak yürüdüler ardınca..
Zihin fikir düşünce, bütün her şeyde her zaman zamanın önündeydin, ve gene herkesten önce ölüm atına binip, muzaffer edanla şaha kalktın yüreklerde…
Herkes seni anladı, herkes hakkını teslim etti. Vicdanlarında böyleydi bu kendilerini kandırdılar belki. Kim bilebilir ki…
Kudüs seni selamlıyordu, Ayasofya ağlıyordu, Mostar köprüsü boynunu bükmüş, Kebud Camisi hıçkırarak ağlıyordu. Sudan’da bir çocuk, yetimliği ve öksüzlüğü yaşıyordu bütün kalbiyle..
Zaman şimdi, buzlar ülkesinde esir.
Zaman şimdi, en büyük bölene sahip kesir.
Zaman şimdi, sürükleyip götüren bir nehir.
Zaman şimdi terk edilmiş bir şehir.
Sen yoksun ya soruyorum şimdi, Zaman Nedir?
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.