ÖNE ÇIKANLAR :

YAZARLAR

Müslümanların gündemi ne olmalı?

HÜSEYİN ŞAŞMAZ

14 Mayıs 2013 Salı 14:46
  • A
  • A

ÜMMETİN İÇİNDE BULUNDUĞU KONUM

İslam ümmetinin içerisinde bulunduğu konum, ümmetin kendisinden acilen kurtulması gereken vahim bir vakadır. Bu, tam ortasında bulunduğumuz kurtlar sofrasından (kapitalizmden) kurtulmak için ve İslam Devleti’nin kurulması açısından ümmet için ölüm kalım meselesidir. Zira günümüzde hakaretlere uğrayan, malları gasp edilen, öldürülen, tecavüze uğrayan ve sömürülenler Müslümanlardır. Savaşların bitmediği tek bölge ise Ortadoğu’dur. Bütün bunlar günümüzün acı gerçekleridir. Bunlara sebebiyet veren unsurları inceleyecek olursak, şöyle sıralayabiliriz:

1) İslam Toplumu ve Devletinin Bulunmaması:

Yeryüzünün hiçbir tarafında İslamî hayatın bir bütün olarak yaşandığı İslam toplumu ve İslam Devleti yoktur. Üzerinde Müslümanların yaşadığı İslam topraklarının var olmasına rağmen, oralara Şer-i Hüküm’lerle hükmeden bir İslam Devleti (Hilafet) yoktur. Dolayısıyla İslam toplumu da yoktur. Çünkü toplum sadece fertlerden teşekkül etmez. Fertlerle birlikte fikir, duygu ve nizamdan oluşur. Başka bir ifade ile, bir beldede hangi akidenin fikir ve nizamı hakimse o beldede yaşayan insanlar da o akidenin ismini alırlar. Eğer Kapitalizmin nizamı hakim ise o toplum kapitalist toplum, İslam nizamı hakim ise, o toplum İslam toplumu olur. Kapitalist bir toplum içerisinde, o toplumla uyum halinde yaşayan Müslümanlar, şahsiyetlerini (İslam şahsiyetini) kaybetmiş ya da kaybetmeye mahkum olmuş bir durumdadırlar.

İslamî şahsiyete sahip Müslümanlar, gayri İslamî bir toplum içinde o toplumla uyum halinde yaşamazlar. Bilakis o toplumun yapısını kendi şahsiyetlerine uydurmaya, toplumu tüm unsurları ile İslamî topluma dönüştürmeye çalışırlar. İslam şahsiyeti, kişinin İslam akidesine imanı ile birlikte, o akideden fışkıran fikirlere, hükümlere ve bunların gerektirdiği tavırlara sahip olması demektir.

Yeryüzünde Dar-ul İslam’ın bulunmaması da günümüz vakasının bir başka boyutudur. Zira bir beldenin Dar-ul İslam olabilmesi için o beldede Şer-i Hüküm’lerin uygulanıyor olması ve savunmasının da Müslümanların elinde olması gerekir. Bunun dışındaki bölgeler Dar-ul küfürdür. Velev ki, o bölgenin ahalisinin tamamı Müslüman da olsa. Günümüz vakasının bir boyutu budur. Yani İslam topraklarının çeşitli küfür ve cahiliye nizamları ile kültürel, siyasi ve hatta askeri olarak fiilen işgal ve gasp altında oluşudur. Dar-ul İslam’ın Dar-ul küfre dönüşmesi halinde orayı en kısa zamanda tekrar Dar-ul İslam’a dönüştürmek için gerekli mücadeleyi yapmak tüm Müslümanlara farzdır. Dolayısıyla bu durum ümmetin ölüm kalım meselesidir.

2) Cahiliye Hayatının Yaşanıyor Olması:

İslam devleti ve toplumunun bulunmadığı bir ortamda gerçek anlamda İslamî bir hayat yaşanıyor denilemez. Şayet Müslümanlar içerisinde yaşadıkları toplumu değiştirmek için çaba sarf etmiyorlarsa bunun cahiliye yaşantısından pek bir farkı olmaz.

Zira Allah-u Teâla şöyle buyurdu:

“Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?”

(Maide 50)

Bu konuda Resul (sav) şöyle buyurmuştur:

"Kim boynunda bir biat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölmüş olur." (Müslim)

Dolayısıyla Hilafet Devleti’nin olmadığı bir bölgede sürdürülen ve değiştirilmesi için çaba sarf edilmeyen bir yaşam cahiliye hayatının kendisidir.

İslamî hayat ise, içerisinde bazı İslamî motiflerin olduğu hayat değildir. İslamî hayat, hayatın tamamında İslam’ın bir bütün olarak hakim olduğu hayattır. Yani İslamî hayat; Allah-u Teâla’dan başka ilahın tanınmadığı ve onun nizamının hüküm sürdüğü bir hayattır. Bunun dışındaki bir hayat İslamî olmayan cahiliye hayatıdır. Heva ve heveslere göre ilahların seçildiği, egemenliğin insanın kendisine verildiği ve kula kulluğun yapıldığı bir hayattır. Bu hayat, insanı inebileceği en alt seviyeye indirir ve zelil kılar. Sadece yaratıcıya kullukla imtihan edilecek olan insanı ebedi azaba layık kılar ve akıbetini hüsranla sonuçlandırır. Peki ne oldu da, Müslümanlar bu duruma düştüler?

Allah-u Teâla şöyle buyurdu:

“Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir.” (Enfal 53)

Müslümanlar dün izzet, şeref, haysiyet, maddi refah ve üstünlük nimetini nefislerine yerleştirdikleri bir hayata sahiptiler. Bu ise İslamî hayattı. Müslümanlar o zamanlar İslam’a inanmakla yetinmeyip onu hayatlarına bir ölçü yapmışlardı. Kısaca İslam fert ve toplum olarak Müslümanların yaşam bünyesinde fiilen vardı. Müslümanlar İslam’ın hayır dediğine hayır, şer dediğine şer, kötü dediğine kötü, iyi dediğine de iyi olarak bakmışlardı. Bunun neticesi olarak da Allah-u Teâla'dan nimet olarak izzetli bir hayat buldular. Ancak nezamanki Müslümanların duygu ve düşünceleri değiştirilmeye başlandı, ümmet içerisine fitne atıldı, işte o zaman Müslümanların şahsiyetinde gevşemeler oldu. Hatta batı kültürü, nizamı ve fikirleri ümmetin bünyesinde yer etmeye başladı. İyi ile kötü, güzel ile çirkin, doğru ile yanlış İslam açısından değil de fert ve toplumun heva ve hevesiyle belirlenmeye başlandı. İslam kardeşliği yerine milletçilik ve vatancılık duygularına yer verildi. Toplumsal ilişkilerde laiklik akidesine göre hareket edildi, Şer-i Hüküm’lerden uzaklaşıldı. Dolayısıyla içerisinde bulunduğumuz bu zelil ve perişan ortam oluştu. Kısaca, ümmetin hastalığının sebebi Müslümanların şahsiyetlerini yitirmeleri ya da en azından yitirmeye başlamalarıdır. Bu durum ümmetin bir an önce kurtulması ve İslamî hayatı yeniden başlatması için bir ölüm kalım meselesidir. Aksi halde dünyada zillet içinde yaşamak, ahirette ise azaba mahkum olmak vardır. O halde bu iki yönlü kayıptan, hüsrandan kurtulmak için tek çare İslamî hayata dönmektir.

Allah-u Teâla şöyle buyurdu:

"…Bir topluluk nefislerindekini değiştirmedikçe, muhakkak ki Allah o topluluğun halini değiştirmez…" (Ra’d 11)

Fert ve top-lum olarak İslam’la yeniden yapılan-mamızın manası, İslam’la bağlantımızı teorik konum-dan pratiğe dönüş-türmemizdir. İsla-mî fikir, mefhum ve nizamını hayatımıza hakim kılmamızdır. İslam toplumunu ve devletini oluşturarak İslamî hayatı fiilen tekrar başlatmamızdır. Kısaca İslam risaletini aleme tatbik, tebliğ ve cihat yoluyla nur ve hidayet meşalesi olarak taşıyacak olan Hilafet Devleti’ni kurmamız gerekir.

Şu halde Hilafet Devleti’nin kurulması Müslümanlar olarak hepimiz için ölüm kalım meselesidir ki, içerisinde bulunduğumuz vahim konumdan kurtulabilelim. Başka çıkar yol yoktur. İnsanlık bugün bir refaha ve huzura muhtaçtır. O halde bu kurtuluş aynı zamanda bütün insanlığın kurtuluşudur. Zira insana alternatif olarak sunulan bütün beşeri ideolojiler iflas etmiş durumdadır. Buna rağmen batılı fikir adamları kapitalizmi "yeni dünya düzeni" adı altında süsleyerek yeniden yapılandırmak istemektedirler. Ancak kapitalizm öylesine köhnemiştir ki, artık dikiş tutmamaktadır. Bunun gibi diğer fikirler, mefhumlar, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, vatancılık ve insan hakları maskesi altında sunulan bütün demokratik palavraların da artık faydası kalmamıştır. Müslümanlar bütün bu zararlı fikirlerin ümmeti hüsrana uğrattığını artık fark eder olmuştur. İnsanı kurtuluşa erdirecek olan ise onun fıtratına uygun olan İslam fikridir. Bu durumda Müslümanların yapması gereken İslam’ı iyi anlayıp hayatlarına ölçü olarak benimsemeleridir.

MÜSLÜMANLAR UYANIK OLMALIDIRLAR

İslam beldelerinde yaşanan hüzün verici olayların artık farkına varılmıştır. Bu durumda Müslümanların yapması gereken uygulama, siyasi uyanıklıkla çözümler getirmektir. Bu çözüm ise Resul (sav)'in hayatında mevcuttur. Aksi durumda batılı kafirlerin ve Müslümanlara hükmeden kuklalarının oyunları devam edecektir. Aynı zamanda, içimizde bulunan ve Hilafet’ in ve İslam’ın sap-tırılması için çalı-şan sahte alimlere karşı da uyanık ol-mak zorundayız.

Müslümanlar iyi bilmelidirler ki, ne Hilafet ne de halife sembolik ruhani bir liderlik değildir. Hilafet bütün Müslümanları tek bir bayrak olan Tevhid Bayrağı altında toplayan bir devlettir. Halife ise, Şer-i Hüküm’leri Müslümanlar üzerine uygulaması için ümmetin rızasıyla ve biat yoluyla seçilen kişidir.

Sonuç olarak Müslümanlar, içeri-sinde bulundukları vahim konumdan kurtulup İslamî hayatı yeniden başlatmak zorundadırlar. Böylece işkencelere, mal-ların gasp edilmesine, tecavüzlere ve her türlü aşağılanmalara son verip, geçmişte olduğu gibi izzetli ve şerefli bir hayatı başlatmış olacaklardır.

Allah-u Teâla şöyle buyurmuştur:

"…Aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet. Haktan sana gelenin dışında onların hevalarına uyma…" (Maide 48)

YORUM YAZ
Henüz yorum yapılmamış.

Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.