Hayat, yaşamaya değer mi?
Böyle bir sorunun cevabı muğlâk… İnsan düzleminde izafi. Çağdaş yaşamı savunanlar; “hayat güzeldir ve yaşamaya değer” tekerlemesini usanmaksızın tekrarlarlar. Ama cümle içindeki “güzel” ve “değer” kavramları da mutlak değil izafi. Kaldı ki bu sözler de yaşamın içindeki zorluklara ve bitkinliğe karşı “kendi kendini bir telkin” olmasın sakın.
Hem doğmak bir dert, aşırı sıcak ve soğuk ayrı bir dert. Anne memesinden ayrılmak tarifsiz acı ama ya diş çıkartırken çekilen acıya ne demeli? Yürümeye başlamak güzel gibi ama düşüşler bu güzelliği perdeliyor. Bazen açlık çok zaman hastalık buluyor da çekilmez kılıyor her şeyi. Ya yakınlardan birinin ölmesi; acı boğazda düğüm düğüm. Deprem, yangın ve bilumum felaketleri unutma mı dediniz. Ya siyasal sistemlerin zulmü, insanların birbirinin kurdu olması… Geçmişin hasreti, şimdiki halin belirsizliği ve geleceğin kaygısı… Bir de zevk anlarındaki dayanılmaz tatminsizlik. Ve hepsinden önemlisi ne zaman geleceği belli olmayan ölüm. Dayanamıyor modern insan ya intihar ediyor ya da deliliğe vuruyor. Etraftaki herkes deli; akıllı olmanın âlemi yok…
Aslında etrafımızda hayat değil ölüm haykırıyor. Hayat ölümün etrafında yaşıyor. Filozof Sir James Jeans şöyle diyor:
“Son derece küçük ve sevimli kum yığınımızın –dünyamızın- üzerinde duruyor, feza boşluğunda dünyamızı çevreleyen öteki varlıkların tabiatını anlamaya çalışıyoruz. İlk başta korku ve dehşetle irkiliyoruz. Zaman bu âlemi nereye götürüyor? Bu kâinatın mevcudiyetinden maksat nedir? Bu evren nasıl korkunç ve dehşet verici boyutları var ki, aklımız onların sahasını kavramaktan aciz kalmaktadır. Üzerinden öyle uzun asırlar geçmiştir ki, onları düşünmek bile mümkün değildir. Bu uzun yılların yanında insanlık tarihi öyle sönükleşmektedir ki, göz kırpmak kadar kısa ve basit. Evet, evren bize korku ve dehşet vermektedir. Çünkü orada korkunç ölçüde bir bütünlük olduğunu izliyoruz. Uzay boşluğu içinde dünyamızın ne denli sönükleştiğini biliyoruz. Bizim bu dünyamızın uzayın diğer varlıklarına oranla dünyanın okyanuslarında bulunan milyonlarca kum taneciklerinden sadece biri olmaktan öteye geçmez. Fakat bütün dünyayı titreten en korkunç şey, görülebildiği kadarıyla bu evrenin düzenine ve planına yabancı kalmaktadır. Hatta bu evren ile bizim hayatımıza benzer bir hayat arasında köklü bir düşmanlık olduğunu söylemek gerçeğin ta kendisi olabilir. Çünkü uzayın büyük çoğunluğu öyle soğuktur ki, her çeşit hayat bütünüyle donar. Öte yandan uzayda yer alan maddelerin büyük çoğunluğu öyle bir sıcaklığa sahiptir ki, bu sıcaklık orada hayatı imkânsız hale getirmektedir. Aynı şekilde uzay çok çeşitli ışınlarla dolup taşmaktadır. Bu ışınlar durmadan uzay cisimlerine çarpmaktadır. Ki, bu ışınların çoğu hayatın düşmanıdır ve ona son vermeye yeterlidir.
İşte şartların bizi içine attığı evren budur.”
Modern insan çelişki de: Ölüm yaşamı anlamlı kılmak için midir yoksa ölüm yaşamın anlamını yok eden bir yok oluş mudur?
Ölümden sonra hayat yoksa kişi, yaşama delicesine sarılacak ama bu sefer de ölüm bütün bu deliliklerimizi silip süpürecek!.. Yaşam yine saçmalaştı.
Ama insan anlam istiyor. Çevresi de anlamlı bir bütün zaten. Güneş, ay ve bilumum kainat. Bitki, hayvan ve biz. Hele akıl sahibi bizler. Hem hayat sahibiyiz hem de hayata mana damgası vermeye çalışıyoruz: Devasa binalar ve sistemler inşa ediyoruz. Ama bütün bunlar saçma öyle mi? İşte bu kadarı olamaz dahası olmamalı.
Sorun galiba şurada çıkıyor. Hayatın manasını ortaya çıkartmaya çalışırken ölümü karşı cepheye yerleştirmeye çalışmak. Hâlbuki ölüm de manalar bütününün bir parçasıdır. Ölüm olmadan manalar zinciri kopacak hem de diğer mana verdiğimiz şeyler anlamsızlaşacaktır.
Bunun farkında laikler ve diğer modernler. Bu sebeple ölümü öldürmeye çalışıyorlar. “Ölüm bir devinimdir. İnsan ölecek ama yine dünyaya farklı bir varlık olarak gelecek!..” Yaşar Nuri Öztürk gibi laik hoca da bulduktan sonra bu sorunu çözdüklerini zannediyorlar. Ölüp ölüp dirildiniz ya sonra…
Ölüm hakikati karşısında sıkışmış bir ruh var karşımızda. Ama taş yürekli olmak istiyor. Ölümden kaçmak ve hatta onu unutmak arzusunda. Mutlu olabiliyor mu? Bir nebze evet, belki… Kendini aldatan birisi nereye kadar mutlu olabilir ki? Ya içindeki ölümsüzlük/ebedilik duygusunu nasıl tatmin edecek?
Cevabını bulmamız gereken bir soru daha var: Ölüm ve hayat birbirine zıt mıdır? Her nefesimiz bir ölüm. Dakika başı ben dediğimiz varlıktan milyonlarcası ölüyor milyonlarcası diriliyor. Yani ölüm olmasa hayatta olmuyor. Nefes olmuyor. Unutamayız ölümü, atamayız kenara… Atamıyoruz da nitekim!..
İslam âlimleri; “ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır” diye tarif yapmışlar. Yok, oluş değil yani… Bir anlam bulmalıyız ölüme ne de olsa hepimizin başına gelecek… Müslüman da ölecek laik de. Kafamızı taştan taşa vurmaya gerek yok; kaldı ki vursak bile elimize bir şey geçmez.
Laiklerde ölümü bir kenara atamıyor. Ölümü yok oluş tehdidi olarak gördüklerinden isimlerinin tarih kitaplarına geçmesini istiyorlar. Ama tarihin sayfalarında yer almak “yok olmuş” birisi için ne kadar anlamlı? Kaldı ki dünyanın ölmeyeceğini nereden biliyoruz.
Yeniden sorumuza dönelim:
Hayat, yaşamaya değer mi? Ve şu ayet-i kerimeyi beraber okuyalım:
“Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman, Ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar. Fakat bu anlamanın ona ne yararı var? “Keşke hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim” der.” (Fecr Suresi: 22-24)
Cehennemi gören insan, “keşke hayatım için…” demektedir. Demek ki esas hayat bu dünyadan gittikten sonra… Dünya hayat yaşamaya değmez. Eğer günahlarınızı arttırıyor ve Allah’ın hâkimiyetine boyun eğmiyorsanız değmez yaşamaya. Siz laikperestlerin “hayat güzeldir” tekerlemelerine aldırmayın.
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.
Teşekkür ederim
yazilarinizi begenerek takip ediyorum kabul etmeliyim biraz agir ve zor uslubunuz var fotografi kullandiginiz zati muhterem gibi himmete nail olursunuz ins...