ÖNE ÇIKANLAR :

YAZARLAR

16 Haziran 2013 Pazar 11:05
  • A
  • A

… Son bir tepe kaldı...

Bir park köşesinde, banka oturmuş az ileride havuza akan suyun serinliğinde huzur arıyordu. Suyun sesi mi rahatlatıyordu onu yoksa doğanın bir memleketi olmayışımı bilemedi. Tüm o yabancı sesler çekilirken kuytu bir yerlere, karşısında sere serpe uzanan ağaçlı yolu izleme fırsatı bulabilmişti nihayet. Sonsuza uzanan yol sonlu bakışlarıyla eridi, küçüldü,yok oldu. artık uzaklar daha yakındı sanki. Etrafına bakındı. Bulunduğu parkın tasviri zordu ama illa gerekiyorduysa; güneş tıpkı onun geldiği yerdeki kadar parlak, ağaçlar ancak oradakiler kadar yeşil ve toprak o denli topraktı işte. geldiği yerdeki kadar... Bir an tüm o yabancılıklardan sıyrıldığını, arada ne kadar mesafe olursa olsun köyünün toprak yolunda olduğunu zannetti. Traktör sesi duydu sanki biraz uzaklardan gelen, hemen karşısından ellerindeki ekmek sepetlerini tandıra götüren iki köylü kadını geçiverdi, sonra ta köyünden esen bir rüzgarla titredi ve köyünden getirdiği kahverengi kabana sarıldı, sonra bir ses duydu köyün orta yerinden yankılanıp kendisine seslenen
“hemşerim geç oldu kalk artık!”
Köyünden koparılmışlığın siniriyle kafasını kaldırdı. Ama bu bakış hemen baş ucunda duran bekçi için çokta bir anlam ifade etmemiş olsa gerek yineledi
“geç oldu kalk oradan, temizlik yapacağım!”
Çaresiz kalktı. Köyünden getirdiği ve her parçası yırtıkla dolu kahverengi kabanını düzeltti. Kendisine yatacak yer bulmalıydı.

…Tepeyi aştı. Aradığını bulamayınca ileri baktı ve sayıkladı: son bir tepe kaldı...

Dar bir sokak arasında sabahı beklemek... son odun söneli on iki arabalık bir zaman geçmişti. Dile kolay on iki araba… üstünde battal boy bir gofret kolisinin kartonu, sırtını dolup taşmış bir çöp kutusuna dayamış on iki arabalık zaman diliminin anlamını düşünüyordu. Bu zaman birimini iki gece önce keşfetmişti. Mekaniği basitti; yattığı ara sokağın caddeye açılan ağzına bakıyor ve geçen arabaları sayıyordu. Çok düzgün işleyen bir zaman birimi olduğu söylenemezdi belki ama ne olursa olsun gecenin bu saatinde “on iki arabalık zaman dilimi” kulağa korkunç geliyordu. Daha sabaha en az on beş arabalık bir zaman vardı. Kafasını çevirip sokağın diğer başındaki tepeye baktı. Tıpkı köyünde koyun otlattığı tepeye benziyordu. Güneş o tepeden doğar ve köyün tüm o ölmüşlüğü kırılırdı biranda. Bitkiler canlanır, hayvanlar uyanır, insanlar koşturmaya başlardı güneş terk edene kadar onları. Umutsuzca şu an baktığı tepede belirecek bir ışık huzmesi aradı, bulamadı, yoktu. Buraların tepeleri bile gaddardı anlaşılan. İç çekip birkaç gün önceye kadar yattığı parkı düşündü. Oraya bekçi atamışlar oda bu sokak arasına yerleşmek zorunda kalmıştı. Sokağa girer girmez düne kadar şikayet ettiği parktaki bankın aslında ne konforlu bir yatak olduğunu anlamıştı. Çünkü artık yerde yatmak zorundaydı ve daha da kötüsü park manzarasının yerine kocaman bir canavar beton bina manzarası yerleşivermişti. Manzarayı kurtaran tek şey sağ yanında kalan gaddar tepeydi. Ama oda gaddardı işte. Bir türlü izin vermiyordu güneşin doğmasına. Sıkıntıyla inledi. Bir işe yaramadığını bildiği halde üstündeki kartonu boğazına kadar çekti. Sırtüstü döndü. Şehrin ışıklarının söndürdüğü yıldızları aramaya başladı yine. Ama istikbal yine karanlıktı sadece. Elini uzamış sakalına attığında yüzünün kırışıklarının her geçen gün derinleştiğini fark etti. Otuzlu yaşlarda biri için fazla kırklı yaşlarda gözüken yüzünü buruşturdu. Gözlerini kapatıp bir kez daha uyumayı deneyecekti ki tüm o karanlığın arasından bir ışık tomarı suratına çarpıverdi.

… uzun zamandır arıyordu onu. Ama işte yalnızca bir tepe kalmıştı aralarında. Son bir tepe…

Bir an için sevinmişti ama şimdi tek hissettiği öfkeydi. Yüzüne ışık vurunca hemen gaddar tepe’ye dönmüştü ama nafile çıkmıştı umudu. Güneş ışığı değildi yüzüne vuran. Yalnızca karşısındaki beton canavardaki dairelerden birinin ışığıydı. Sıcacık evinde uyuyan soğuk insanlardan biri susamış olmalıydı gece vakti. Soğuk insanı elinde bir bardakla mutfaktan çıkarken hayal etti bir an. Sonra kıvrılıyordu yatağına tekrar ve kapatıyordu şimdi ışığını. Bunu düşündüğü anda sönen lambanın ilginç bir rastlantı olduğunu düşünür ve gülerdi bu duruma normalde ama bu gün normal değildi bir şeyler. Çünkü ışığın sönmesi daha da sinirlendirmişti onu. Her şeyi olan soğuk insanın hiçbir şeyi olmayan bu garibin duygularıyla oynamasını hazmedememişti bir türlü. Gözleri kan kırmızısı bir renge bürünmüşken bir rüzgar esti yine köyünde esenler ile aynı kaynaktan. Kan kırmızı gözleri gök mavisine dönüşürken köyüne gidiyordu tekrar. Her sabah otlatmaya gittiği koyunlar geliverdi gözünün önüne. Sabahları onu uyandıran horozu düşündü bir an, sonra anası düştü aklına. Ölürken ne kadar ağladığını hatırladı. Babası analığıyla evlenirken duramamış kaçmıştı köyden. Aslında kaçma nedenini oda bilmiyordu tam olarak. Severdi köyünü, babasını, akrabalarını hatta yeni gelen analığı bile sevmişti. Ama duramazdı ona göre artık. Yük gibi hissederken kendini o insanlara duramazdı işte. Anası yokken köyü gurbet olmuştu artık ona. Belki şehrin büyüsü de etkilemişti onu. Kaçıp zengin olacaktı çünkü. Horoz sesiyle uyananları garipseyen sonra para verip horoz sesli alarmlarla uyanan insanların arasına karışacaktı. Huzuru eğlenmekte, eğlenmeyi zevklerinde arayan soğuk insanlardan biri olacaktı sonunda. Ama daha kaçtığı gün fark etmişti hatasını. Soğuk insanların ortak bir özellikleri vardı; soğuktular. Çalışmayı denedi önce. Simitçilik, boyacılık, hamallık…Yapmadığı ayak işi kalmadı neredeyse. Tam on beş yıl uğraştı ama hiçbir şey olmadı. Kazandığı üç beş kuruş kazandığı gün karnını doyurmaktan ileri gitmedi hiç. Sonra geçen sene çalıştığı inşaatta sağ kolunu kaybedince sokağa düşmüştü nihayet. Köye dönmek geldiyse de aklına o kadar sene sonra “ben geldim” mi diyecekti herkese? Onu aramışlardı muhakkak başlarda ama şimdi unutmuşlardı muhtemelen. Tek kollu bir fakir ancak huzursuzluk verecekti onlara. Gözünden bir damla yaş süzülüp sakalına ulaşırken yüzüne aynı ışık huzmesi çarpmıştı.

… bir an durdu. Ulaştığı tepeden etrafı kokladı. Derin bir nefes alırken karar verdi. “son tepe” bir sonraki olmalıydı. Bu kadar yaklaşmışken duramazdı. Karşı tepeye baktı ve tekrarladı işte "son tepe”…

… saatler yirmi birinci arabayı gösterirken yerinden kalktı. Artık buna bir son vermeliydi. Bu soğuk insan çok oluyordu. İkide bir ışığı açıp kapatması onunla alay ettiğinin deliliydi adeta. Hızlı adımlarla binanın girişine sokuldu. Eliyle bina kapısını itti ve gülümsedi. Kapı açıktı ve bu her şeyi kolaylaştırıyordu. Binaya olabildiğince sessiz girip merdivenleri usul usul tırmandı. Aradığı kapının önüne geldiğinde kalbinin deli gibi attığını fark etti. Nefes alış verişini düzenlemeye çalıştı. Zor da olsa kontrolü ele geçirmişti. Şimdi açması gereken bir kapı vardı. Elini cebine attı. Cebinde taşıdığı ve bu güne kadar ne işe yarayacağını kestiremediği demir çubuğu kapının kilit hizasından kapı aralığına soktu. Geri çekilip nefesini tuttu ve demir çubuğa yüklendi. Kapı tahmin ettiğinden daha yüksek bir sesle açılmıştı. “Bu ses soğuk insanları uyandırmaya yetmiş midir ?” diye düşündü. İçeriyi dinledi, ses yoktu. Başkasının hanesine tecavüz etmek için atması gereken o ilk adımı attı. Artık içerideydi. Sessizce ilerledi. Mutfak kapısı açıktı. İçeri süzüldü. Karanlıkta el yordamıyla çekmece gibi bir şey buldu. İçini açıp en keskin bıçağı aldı. Tekrar koridora çıktı. Nefes kontrolü kayboluyordu yine. Gözlerini kapattı ve hiç sebepsiz yere tepelere tırmanan bir adam gördü. Tam da şu an tam da bu durumda neden bu adamı gördüğüne şaşırdı. İnsan beyni acayipti. Alakasız zamanlarda alakasız şeyler sunabiliyordu sahibine. Ama sonra dikkatli bakınca tepeleri aşan bu adamı tanıdığını fark etti.

...Son bir tepe kaldı, sonra...

Annesinin anlattığı bir masaldaki aşıktı o. Annesini düşünmemeye çalıştı çünkü birazdan yapacağı şeyi onun görmemesi gerekiyordu.

… son tepenin eteklerinde tırmanırken gözyaşlarıyla doldurduğu dereye dönüp baktı. Tüm bu gözyaşları niyeydi? Ne arıyordu? O da emin değildi. Bir mecnundu belki Leyla’sını arıyordu? Bir dervişti belki Mevla’sını arıyordu? Belki bir meczuptu ve dolanıyordu biçare? Belkide tek aradığı aramanın kendisiydi? Belki o aramayı seviyordu sadece? Belki bulunca kaybetmekten korkuyordu? Belki bulmak istemiyordu aradığını? Kafasından bu düşünceleri kovarken tek bildiği aradığının bu tepenin arkasında olduğuydu!..


Elinde bıçakla girdiği yatak odasında ayakta dikilip duruyordu şimdi. Karşısındaki soğuk insanlara baktı. Nasılda yatıyorlardı sıcacık yataklarında. Gözlerini soğuk insanlardan ayırmadan yürüdü. Avı hemen karşısındaydı artık. Bıçağını kaldırdı, nefesini tuttu, kafasını kaldırıp karşıya baktı. Öylece baka kaldı.

…yalnızca bir iki adım kalmıştı…

Gaddar tepe tam karşısındaydı ve sonunda izin vermişti güneşe. Güneş tepenin ardından doğuyor, önce gaddar tepeyi oradan tüm şehri aydınlatıyordu. Ama bir şey daha vardı tepede; bir adam. Güneşi getiren adam. Annesinin masalındaki aşık! Tepede durmuş kendisine bakıyordu. Annesinin gözlerini almıştı bir yerlerden ve şu an o gözleri tamda bu odaya dikmişti. Girdiği yatak odası aydınlanmaya başlamıştı. Yeşil boyalıydı oda... bir elbise dolabı, bir yatak, bir sürü ıvır zıvır, yatakta uyuyan bir çift, elinde bıçak olan yırtık kahverengi kabanlı tek kollu bir adamdan başka bir şeyin olmadığı küçük bir odaydı! Gözleri annesinin gözlerinde bu tasvirde yanlış bir şeyler arıyordu ve sonunda buldu; kendisi! Buraya ait olmadığını fark etti. Hayatı boyunca kimseyi incitmemiş birinin katil kılığına girmesi hoşuna gitmemişti. Annesinin gözleri anlatmıştı tüm bunları ona. Gerisin geri yürüdü. Bıçağı aldığı çekmeceye koydu. Kırdığı kapıdan çıktı. Bina kapısını aralayıp dışarı çıktığında baharı müjdeleyen bir hava karşıladı onu. Gülümsedi. Her şeyin daha iyi olacağı hissi bedenine dolarken bir horoz sesi…

YORUM YAZ
Henüz yorum yapılmamış.

Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.