Her şey geçiyormuş. Zaman bunu öğretti bize. Geçerken birçok şey de kaybediliyor, yok oluyor. Yerlerini yeni şeyler alıyor. Kaybedilenler çok olunca geçmiş bizi daha da kendisine bağlıyormuş. Onları, geride kalanları daha sık anar oluyoruz. Böylece tarih bizi daha da çekiyor. Etkisi belirginleşiyor. İşte böyle anlarda onsuz olamayacağımızı anlıyoruz. Geçmişten geleceğe uzanan ve tek parça olan bir zamanın içindeyiz. Geçmişi bıraktığımız, unuttuğumuz an geleceği göremiyor, kaybolup gidiyoruz.
Geçmiş hep gizemiyle vardır. Hele bugünden geçmişe uzanan yol uzadıkça gizem perdesi de büyür. Kişilere göre değişebilen durumlar başlar. Artık, geçmişte kalan bir duruma, bir kişiye, bir olaya karşı takınılan tavır kişiselleşir. Görüşlerimiz, söylemlerimiz çeşitlenmeğe başlar. Siyah ve beyazın dansı da tam bu noktada ortaya çıkar. Bundan sonra doğru, tek olmaktan çıkıverir. Doğruların dönemi başlar: Ötekinin doğrusu, berikinin doğrusu…
Emek isteyen toprakların çocuklarıyız. Bu topraklarda yaşamak, ondan yararlanmak emek ister. Yaşamak, yaşatmak için yapılması gerekenler vardır. Bu durum geçmişte de böyleydi, yarın da böyle olacak. Milletimizin bugünkü durumundan biz sorumluyuz. Durumun iyi veya kötü olması önemli değil. Zira sonuç, sorumluluğu değiştirmeyecektir. Nereden hareket edersek edelim, durumun daha iyi olabileceği noktasında buluşuruz, bunda hemfikir oluruz. Daha iyisini yapabilirdik. Türkiye Cumhuriyeti ortada; Balkanlar ortada, Orta Asya da tam ortada.
Geçmişiyle olan bağını koparan milletler gelecekten bir şey ummamalıdırlar. Acaba biz geçmişimize ne kadar hâkimiz? Mesela “Osmanlı” sözü sizde ne fikirler uyandırır? Çağrışımı nedir ve nasıl bir şeye tekabül eder? Günümüzden bakınca çok mu geridedir? Hayatımızdan çıkmış, sadece tarihçilerin malzemesi mi olmuştur? Yukarıdaki sorulara gelecek yanıtların farklı olacağı kesindir. Bu durum da kısmen olağandır. Ancak, nerede yaşıyor olursak olalım; nereden gelmiş olursak olalım, geçmişimize ve özellikle de bize en yakın olan devirlerden birine bilgi bakımından hâkim olmalıyız. Çünkü bugünün olaylarının anahtarı çoklukla oradadır.
1389’da Kosova Ovası’nda dövüşülmüş. Büyük bir kısım, oradan Kosova’nın ve hatta Balkanlar’ın her yanına yayılmış. Bugün Kosova Ovası’nı tam olarak hissedebiliyor muyuz? Sultan Murat’ın meşhedinin nerede olduğunu hepimiz biliyor muyuz? O yerde nelerin olduğunu iyice algılayabildik mi? Önemi neydi bunların? Adına Üsküp derler, bir şehir vardır. Osmanlı Devleti’nin gözbebeğiydi; Balkanlar’ın büyük şehirlerinden biri, Yahya Kemal’in beşiği... Kare kare taşlı, zanaatçılarıyla dolu ne de güzel çarşısı vardır. Onun Vardar’ının kıyısında, camilerinde ve daha birçok yerinde bulunmuşsunuzdur. Acaba, Üsküp’ün “biz”le beraber büyüdüğünün, yaşadığının farkında mısınız? Balkanlar’ın her yanında, Kumanova’nın, Yeni Pazar’ın, İpek’in, Tuzla’nın, Kurşumliya’nın ve daha birçok yerin adında bugün bile varız, Türkçe var. Bunun bilincinde miyiz? Kalkandelen (Tetova), Belgrat, Prizren, Selanik, Mostar, Ohri, Pazarcık, Yenişehir orada dursun.
Osmanlı Devleti sanki güzel bir rüya gibi, görüldü ve gitti. Hatırası beyinlerde hayal meyal. Saygısı hâlâ birçoklarımızda var. Fakat kanımızda, canımızda olan, bugünkü durumumuzun öncesi olan bu muazzam devir sadece geride midir? Osmanlı hoşgörüsünün bugün de hükmü yok mudur? Prizren, Mostar, Selanik, Köprülü, Türkiye Türkleri için yabancı bir yer midir? İzmir, İstanbul, Kars bir Kosovalı için yabancı bir yer midir? Böyle olması mümkün müdür? Üsküp, Türkiyeli için yabancı bir şehir midir? Selanik, ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün doğum yeri olmaktan öteye geçemez mi? Mustafa Kemal Atatürk gibi büyük bir insanı yetiştiren Selanik, ne kadar da bizdenmiş meğer. Yemen Yemen, şanlı Yemen… Toprakları kanlı Yemen, uzak ve bizden olmayan bir ülke hâlinde olabilir mi? Dünyamız böyle dar mı olmalı? Balkanlar, eski coğrafyanın önemli bir kısmıydı. Bugünse Balkanlar’ı algılamak, ondaki “biz”i bulmak ne kadar zor olmuş. Bunu, dünyanın neresinde olursa olsun, her Türk ve Müslüman düşünmeli. Hafızalarımızdan, gönlümüzden Balkanlar’ı çıkarmak, kimliğimizden biraz daha vazgeçmek değil midir? Kosova Balkanlar’a; Balkanlar Türkiye’ye; Türkiye Orta Doğu’ya; Orta Doğu Azerbaycan’a… Biz birbirimize bağlıydık. Tarihte bu böyleydi ve bu yüzden de büyüktük. Bugünde de bu böyle olmalı.
Biz böyle bir millet değildik. Beyrut’a, Gazze’ye yağan bombaların ateşi hepimizin yüreğine olması gerektiği gibi düşmedi mi yoksa? Kudüs’te dostlarımız olamaz mı? Peki ya binalarımız? Fuzuli’nin doğduğu yer olan ve Türkçesiyle şiirler örülen güzel şehir Bağdat zihinlerde bile harap edildi. Bugününe değil, anısına bile dokunuldu. Misak-ı Milli’miz vardı, Musul’u oradan da bilebiliriz. Hani çok şey gittikten sonra elde kalması gereken Musul şimdi nerede? En önemlisi, biz Musul’da ve nicesinde kendimizi görebiliyor muyuz? Sizin oralardan Musul ve civarı uzaktır; olabilir. Fakat uzaklık, coğrafi bir uzaklıktır. Önemli olan gönüllerdeki uzaklıktır. Gönüllerimizden söküp attıysak Musul’u, Kerkük’ü gerisinin bir ehemmiyeti yoktur.
Prizrenli Suzi Çelebi gazavatnamesinde Tuna’nın yüzlerce kez nasıl geçildiğini anlatmış, ne fayda. Tuna adlarımızda durur, orada kalmış. Bugün Tuna’nın güneyi ve kuzeyinde bizden ne kadar iz kalmış? Biz, izimize ne kadar sadık kalmışız?
Drama köprüsü bre Hasan, zordur geçilmez. Geçtik Hasan. Biz o diyardan Yunan sırtımıza vura vura geçtik. Öldük, o diyarlar için. Ana sütü gibi helal topraklardan, öz topraklarımızdan söküldük. Maldan geçtik Hasan. Yollara düştük, canımız yollarda düştü. Yüzlerce yıl beraber yaşadık. Nasıl oldu da aramıza fesatlığın ekilmesine izin verdik? Neden, yollarda ölmek, yaprak misali savrulmak neden? Selanik benim evimdi, Filibe, Kırcaali benim. Dedeağaç, Manastır, Deliorman’dan almıştım rengimi, canımı. Üstte başta yok. Elde hiç yok. Aç, susuz bir hâlde oradan oraya sürüklenmek; yanına salt canını alıp Türkiye yollarına düşmek vardı kaderde. Derken, karanlıktan çıkmaya çalışırken yollarda ölmek de varmış kaderde. Evinden, ocağından olup sağlam bir toprağa ayak basabilenler de oldu. Oralarda yaşadılar ama artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Hayatın tadı kaçmıştı sanki. Beden gelmişti ama gönül. O öz yurdunda bir o yana bir bu yana feryat ede ede gezerdi. Selanik’te, Gümülcine’de, Ohri’de, Prizren’de, Sofya’da, Pazarcık’ta, Yeni Pazar’da, orada burada kalanlar kaldı. Parçaları sağa sola saçılmış bir hâlde bugünlerine geldiler.
Bu yaşananların üstünden daha yüz sene geçmedi. 1912 dolaylarında yaşanılanlar yaşandı. Ölenler toprak oldu, her yana doldu. Hey gidi Balkan. Kan, Tuna’nın azgın suyu gibi aktı. Toprak bir baştan bir başa kanla yıkandı. Bugün o topraklarda hâlâ Türk var, Türkçe var. Bütün kötülüklere inat oradalar. Ancak, artık birçoğu öz yurdunda yabancı. Burası öyle bir toprakmış ki, Türkçeyle öyle bir yıkanmış ki hâlâ biten otta, gülen yüzde var. Balkanlar’da Türkler hep oldu, olacaklar da. Acaba biz Prizren’den, Priştine’den, İpek, Yakova ve Gilan’dan, Mitroviça’dan etrafımızın farkına varabiliyor muyuz? Acaba İstanbul’dan, İzmir ve Ankara’dan, Şanlıurfa’dan, Elazığ’dan Balkanlar’ı hissedenimiz kaçtır? Bu topraklarda, Osmanlı Devleti’nin topraklarında neler oldu, neler bitti? Acaba İzmir’den; Ankara’dan, Diyarbakır ve Amasya’dan; Antalya’dan; Tokat’tan, Kerkük, Bakü, Basra ve Selanik’ten, daha da nicelerinden bizim gibi olanlar bizi görebiliyorlar mı? Osmanlı nedir, bilebiliyor muyuz? Osmanlı’nın orada, burada nefes aldığını duyabiliyor muyuz!
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.