İnsan organizması savaşmadan ayakta kalamaz. Sabır ve direnişini kaybeden bir insanın, hayatına devam etmesi mümkün değildir. Aslında bütün hastalıklar, bağışıklık sisteminin çökmesi sonucu meydana gelir. Bağışıklık sistemi; insana dışarıdan gelecek ve organizmanın bütünlüğünü tehdit edecek düşmana karşı insanın kendini savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizma sayesinde içindeki düşmanla harb eder. Eğer bu harbi gereksiz görürseniz ortada insan kalmayacaktır.
Savaş; her disiplinli örgüt için hayat ağacı gibidir. Devlet gibi örgütlerinde bu ilaca herkesten daha çok ihtiyacı vardır. İçeride birlik ve beraberliğin sağlanması ve yine içeride biriken enerjinin dışarıya kanalize edilmesi için düşman lazımdır. Savaşmayan hiçbir örgütlenme ayakta kalamaz. Hatta uzun süre savaşmayan toplumlar çözülür ve nihayet kendisinden daha güçlü olan düşmanlar tarafından yutulurlar.
İslam âlimleri; İslam Devleti’nin senede bir kez yakından başlayarak çevre ülkelere cihad ilan etmesinin farz olduğunu beyan etmişlerdir. İbn-i Abidin (rh.a): “Hükümdarın her sene bir veya iki defa Dar’ul Harb’e seriyye göndermesi vacibtir. Halkın da hükümdara bu hususta yardımcı olmaları lazımdır. Hükümdar seriye göndermezse kendisi günahkâr olur. Hükümdar üzerine seriyye göndermenin vacib olması, gönderdiği seriyyenin düşmana üstün geleceği kanaatinde olduğu takdirdedir. Yoksa cihad yapılması mubah olmaz” hükmünü zikretmiştir. Bu hüküm aşağıdaki şu ayete dayanır:
“Ey iman edenler!.. Önce yakın çevrenizdeki kâfirlere karşı savaşın ki, sizde bir güç ve kuvvet olduğunu görsünler. Ve iyi bilin ki, Allah muttakilerle beraberdir.” (Tevbe Suresi: 123)
Cihad; müslümanları daima diri tuttuğu gibi devletin de sürekli genişlemesine vesile olur. Genişlemeyen devletler, geri adım atmaya mecburdur. Aslında toprak, devletler için yemek gibidir. Hiç yemek yemeyen insan nasıl ölürse topraklarını genişletmeyen devlette ölür. Evet, savaşmayan ve savaştan kaçan toplumlar çözülürler. Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Yakında milletler yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler." Birisi: "Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi. Resulullah (sav), "Hayır, aksine siz o gün kalabalık fakat selin önündeki çör çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak sizin gönlünüze de vehn atacak" buyurdu. Yine bir adam: Vehn nedir, ya Rasûlullah diye sorunca: "Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir" buyurdu. (Ebu Davud, Müsned)
Hadis-i şerifte “vehn” hastalığına kapılan toplumların yok olacağı açıkça beyan edilmiştir. Dünyanın refahına aldanan ve ölümden kaçan insanlar, dünyadan mahrum kalacakları gibi yaşayacakları günleri de zillet içinde yaşarlar. Dinlerini, namuslarını, mallarını kaybederler.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde söz sahibi olan kimselerde ne halkı kucaklayacak bir fikir ne de dış ülkeleri etkileyecek bir nizam olmadığı için hâkimiyetlerinin devamı için elzem olan savaşı dışa değil içe yönelik olarak gerçekleştirmişlerdir. Dolaysıyla Türkiye’de devleti koruyacak köklü bir “derin devlet” geleneğinden çok “çete” faaliyetlerine ağırlık veren ve halkı korkutma ve sindirme faaliyetlerine girişen bir yapıdan söz etmemiz lazımdır. Müslümanlar ve Kürtler iç düşman ilan edilmiş ve her türlü sindirme faaliyetleri gündeme gelmiştir.
Savaşı mahkûm eden insanlar genel olarak haksız tarafta olan insanlardır. Zira haksız iktidarlarını korumak için mazlumların silahlanmaması ve savaşacak psikolojiye sahip olmaması elzemdir. Hâlbuki zalime karşı durmak ve gerekirse zalimin elini kesmek insan olmanın bir gereğidir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Hem size ne oluyor ki, Allah yolunda: “Ey Rabbimiz!.. Bizleri bu halkı zalim olan memleketten çıkar, tarafından bizi iyi idare edecek bir sahip ve bize katından bir kurtarıcı gönder” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların kurtarılması uğrunda savaşıp çıkmıyorsunuz.” (Nisa Suresi: 75)
Suriye’de Esed, İran ve Hizbullah Terör Örgütü şeytan üçgeninin yüzbinlerce müslümanı tarihin gördüğü en vahşi yöntemlerle öldürdüklerini biliyoruz. Bebekleri yakarak öldüren Hizbullah Terör Örgütü tarihin gördüğü en vahşi örgüttür. Suriye’de milyonlarca insan mülteci durumuna düşmüştür. İran ve Esed, Guta’da binlerce müslümanı kimyasal silahlarla öldürdüğü zaman Esed’e müdahale ihtimali gündeme gelmiş ama zalimler Esed’i korumak adına müdahaleden vazgeçmişlerdir.
Esed’e müdahale ihtimali gündeme geldiği zaman Dersim katliamından elini temizlemeyen CHP, Profesyonel teröristler zümresi PKK ve 80 yıldan bu yana zulmün her türlüsünü Türkiye Halkına reva gören ulusalcılar hep bir ağızdan savaşa hayır sloganları atmışlardır. Hâlbuki Suriye’de savaş vardır ve CHP, Ulusalcılar ve PKK’nın müttefikleri her gün müslümanları öldürmektedir. Bu durum şu ayeti aklımıza getirmektedir:
“İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa Suresi: 76)
Aslında kâfirler sadece ahlaksızlıklarını sergiliyorlar. Savaşa hayır diyen kâfirler, kardeşleri İran, Esed ve Hizbullah Terör Örgütüne neden çağrıda bulunmuyorlar? Ölenler müslüman olunca neden sessizler? Ağaç için meydana çıkanlar kadınlara tecavüz edilirken neden üç maymunları oynuyorlar? Bebekler yakılarak öldürülürken Esed’e neden hediye götürüyorlar? Mısır Yönetimi, 5000 müslümanı öldürürken neden Mısır’a gidip katil hükümeti destekliyorlar? Anlaşılmıştır, kafirler tağutları uğruna savaşır!.. Bize düşen Allah yolunda savaşmaktır. Bizler onlar gibi ahlaksız değiliz. Her müslümanın zulmün kitabını yazan Esed ve destekçileriyle mücadele etmesi farzdır.
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.