Başbakan Erdoğan, “AB 2023’e kadar Türkiye’yi üye almazsa kendisi kaybeder” dedi. Türkiye ve Avrupa arasında tarih boyunca devam eden aşk-nefret ilişkisinin en somut ve güncel örneği, Türkiye’nin AB üyelik sürecidir. Biz Türkler Avrupa’dan hoşlanmasak da AB üyeliği isteriz, Avrupalılar Türkleri pek istemese de kesin olarak ‘hayır” diyemez. Acaba bu ilişki gerçekten bu kadar duygusal mı, yoksa stratejik başka bazı dayanakları var mı?
Bu soruya yanıt vermek aslında çok zor değil, ama Türkiye’de artık kimse AB üyeliğini neden istediğimizi ya da istemediğimizi sorgulamıyor. Üyeliği isteyenlerin de istemeyenlerin de cevapları hep duygusal nitelik taşıyor. Biz, AB konusundaki tercihlerimizi soğukkanlı değerlendirmeler yaparak hiç gerekçelendirmedik. Üyeliğe, ya AB’den ve Avrupalılardan nefret etttiğimiz için “hayır” dedik, ya da onlara hayran olduğumuz için “evet” dedik.
Bugün AB’nin içinde bulunduğu kriz ve AB üyelik sürecinin kilitlenmiş olması bizleri AB’ye karşı daha ilgisiz hale getiriyor. Oysa bu geçici durumdan çıkıldığında yine hazırlıksız yakalanacağımızı ve zaman kaybettiğimizi şimdiden farketmemiz gerekiyor. Çünkü kaybedilen zaman, en çok aday ülkeye zarar veriyor, AB’ye değil.
Üyelik Sürecinin Doğası
Şu anda krizin etkisiyle iki tarafın da memnun olduğu bir durum söz konusu. Ne Türkiye üyelik konusunda AB’yi sıkıştırıyor, ne de AB’nin zaten bu konuda bir acelesi var. Zaman bu şekilde geçip giderken farkında olmasak da en büyük zararı aday ülke, yani Türkiye görüyor, ya da görecek. Çünkü ülkeler AB’ye katıldıklarında AB’nin o anki geçerli tüm kural ve koşullarını kabul etmek zorundadır. Üyelik sürecinin uzaması, yeni koşulların gündeme gelmesi demektir. AB’nin dinamik bir yapısı vardır ve sürekli yeni kural ve uygulamalar geliştirmektedir. Süreç uzadıkça aday ülke bu yeni durumlara adapte olmak ve yeni kuralları kabul etmek zorundadır.
Türkiye’nin adaylık süresi, zaten kırılması zor bir rekora işaret ediyor. 1959’da başlayan macera hala devam ediyor. Oysa diğer adaylara bakıldığında başvuru ve üyelik arasında geçen süre yaklaşık olarak en fazla 10 yıldır. Bu süreçte sürekli yeni koşullar ve talepler gelmesinin nedeni, AB’nin sürekli değişiyor olmasıdır. 1968’de gümrük birliği olan AB, 1993’te ortak pazara dönüşmüş, 2002’de parasal birliğe geçmiştir. İçinde bulunduğumuz kriz, yeni ekonomik kurumların yaratılmakta olduğunu gösteriyor. Bunun anlamı, bu yeni kurum, kural ve uygulamalara uyum sağlamaları için aday ülkelerden de yeni taleplerde bulunulmasıdır.
Türkiye tarafından bakıldığında bu talepler, üyeliği engellemek için AB’nin bulduğu bahanelerdir. Çünkü diğer ülkelere karşı bu tür yeni talepler olmamıştır. Oyun oynanırken kural değiştirilmemiştir. Oysa tüm bu talepler, sürecin uzamasından kaynaklanan yeni uygulamalarla ilgilidir. Bu nedenle AB sürecini uyutarak zaman kazandığımızı düşünüyorsak çok ama çok yanılıyoruz.
Çünkü Türkiye, eninde sonunda AB üyelik hedefine yeniden yönelecektir. Bu kaçınılmazdır. O zaman da kaybettiği zamanın ve yerinde saymanın bedelini önüne koyulan yeni koşullarla ödeyecektir. Evet, Türkiye AB için son derece önemli bir ülkedir, fakat AB de Türkiye için aynı derecede önemlidir. Bu yüzden aday ülkenin çıkarları, katılım sürecini mümkün olduğunca kısa keserek üye olmaya çalışmayı gerektirir. Süreç ne kadar hızlı ilerlerse o kadar az ödün verirsiniz.
Neden AB Üyeliği? Stratejik Gerekçeler ve Ölçek Sorunu
Kimi çevrelere göre AB üyeliği Türkiye’nin ekonomik ve siyasal tüm sorunlarını çözecektir. Ya da üyelik, Avrupalı veya batılı kimliğinin tescilidir. AB üyeliğini işsizlikten demokratikleşmeye kadar her tür soruna çözüm olarak görenler, aslında soruna duygusal yaklaşmaktadır. AB üyeliği Türkiye’nin sorunlarını çözemez, olsa olsa hafifletebilir. Türkiye’nin sorunlarını sadece Türkiye’de yaşayan insanlar çözebilir.
AB üyeliğinin Türkiye’ye sağlayacağı asıl avantaj, siyasal anlamda ölçek büyütme olacaktır. Uluslararası ilişkilerde her ülke mümkünse önce bölgesel güç, sonra da küresel güç olma hedefi taşır. Bunu da etki alanını genişleterek başarabilir. Ülkelerin potansiyellerine bakarak kimlerin bölgesel ve küresel güçler olabileceğini söyleyebiliriz. Örneğin geniş coğrafyası, doğal kaynakları ve büyük nüfuslarıyla ABD, Rusya, Çin ve Hindistan’ın küresel roller oynayabileceğini öngörebiliriz. Türkiye gibi ülkeler ise coğrafi büyüklükleri, doğal kaynakları ve insan gücü potansiyeliyle olsa olsa yerel ya da bölgesel güç olabilir. Küresel güç olma potansiyeli taşımaz.
Avrupalılar, kendileri açısından bu durumu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra görmüşlerdi. Nitekim 1956 yılında Konrad Adenauer şöyle diyordu:
Fransa ve İngiltere, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği ile kıyaslandığında hiçbir zaman
büyük devlet sayılmayacak. Almanya da öyle. Onlar için dünyada belirleyici bir rol oynamanın
tek yolu kalıyor ki, bu da tek Avrupa’yı kurmak için birleşmektir.(1)
Çünkü Avrupa’daki ülkelerin hiçbirinin ölçeği, 21. yüzyılda dünya çapında rol oynamaya yetecek büyüklükte değildi. Aynı şeyi Türkiye için de söyleyebiliriz. Nitekim bölgesel güç olma çabaları ve Suriye politikası, küresel güçlerin onayını alamadığı için Ortadoğu’da bugün itibariyle tıkanmış kalmıştır.
1950 ve 60’lı yıllarda başlayan ve Avrupalılara yeniden küresel roller oynama olanağı veren süreç, bugünkü AB’nin oluşumudur. Bu oluşum, Türkiye için de kendi imkanlarıyla başaramayacağı küresel güç olma fırsatını sunmaktadır.
AB, alım gücü yüksek 500 milyonluk pazarıyla ve siyasal alana taşmaya başlayan bütünleşme çabalarıyla küresel bir aktördür. Bu aktörün yönlendirilmesinde ön plana çıkan ülkeler ise, Almanya, Fransa, İngiltere ölçeğindeki ülkelerdir. AB’nin kurumsal yapılarına bakıldığında, ülke ağırlıklarının en önemli kurumlardan Parlamento ve Konsey’deki dengelere yansıtıldığı görülür.
AB’ye üye olmuş bir Türkiye, ölçek olarak Almanya’dan sonra ikinci büyük ülke olacaktır. Bir başka deyişle birleştirilmiş Avrupa gücüne hükmeden ve sözü geçen ikinci büyük ülke Türkiye olacaktır. Eğer küresel güç olma gibi bir hedefi varsa, Türkiye’nin tek alternatifi budur. Aksi takdirde 2023’te de yine aynı sorunlarla boğuşuyor olabiliriz.
Üyelik Önündeki Engeller ve Rüyadan Uyanmak
Yukarıdaki argümanlara ikna olan birinin aklına ilk gelecek cümlelerden biri, “ama onlar bizi üye yapmazlar ki” olacaktır. Aslında bu cümle haklı gerekçelere de dayanabilir. Fakat bunun nedenini dinsel ya da kültürel nedenlere bağlarsak yine duygusal hareket etmiş oluruz. Konunun stratejik boyutlarına bakmak gerekir. Örneğin Almanya’dan sonra ikinci büyük güç olan Fransa’nın Türkiye yüzünden üçüncülüğe düşmesi kolay kabul edilebilir bir durum değildir. Bu kadar büyük bir ülkenin katılımına karşı çıkanlar olması, kendi ulusal çıkarları açısından anlaşılabilir bir durumdur. Fakat ulusal çıkarlar gerektirdiğinde bu tutumlar da değişebilir.
AB’ye kimlerin katılabileceğini ve kimlerin katılamayacağını belirleyen temel kriter ne din ne de kültürdür.(2) Stratejik çıkarlar gerektirdiğinde ve koşullar değiştiğinde Türkiye’nin üyeliği de istenebilir. Önemli olan o koşulları yaratabilmektir. Avrupalılar, cazibe merkezi haline gelen istikrarlı ve demokratik bir Türkiye’ye ihtiyaçları olduğunu düşünürse, üyeliğe karşı çıkmaktan vazgeçerler. Nitekim Soğuk Savaş yıllarında kimse “Türkiye Avrupa’da değildir” ya da “Avrupalı değildir” demiyordu. Bu tür söylemler, Soğuk Savaş sonrası koşullar değiştiği için şimdi kullanılabiliyor. Fakat koşullar yine değişebilir.
Zaten sorun, sadece onların bizi istememesi de değil. Biz de bu konuda kararsızız ve attığımız yanlış adımlar var. Bunları çoğu zaman hatırlamıyoruz, çünkü sürecin donmasının işimize yaradığını sanıyoruz. Bu konuda Türkiye’nin kendi önüne engel çıkarma konusunda yaptığı en büyük hata, AB’nin 17 Aralık 2004 Zirve toplantısında, Ankara Anlaşması’na dair protokolü (gümrük birliği) Kıbrıs’ın da içinde bulunduğu yeni ülkelerle imzalama sözü vermesi oldu. Zirve sonuç belgesinde de(3) yer alan bu ifade nedeniyle süreç tam anlamıyla dondu. Bu anlaşma Kıbrıs’la imzalanmadığı için müzakerler tıkandı. Yani bugünkü sorunların ortaya çıkmasında yalnızca Avrupalıların sorumluluğu yok. Sürecin tıkanmasını yalnızca Avrupalıların dinsel önyargılarına bağlayanlar aslında popülizm yapıyorlar. Avrupalılar açısından bakıldığında Türkiye, devlet olarak verdiği bir sözü tutmamakta, Kıbrıs’la ekonomik ilişkilerini normalleştirmemektedir. Üstelik bu sözü sanki kendisi vermemiş gibi, Kıbrıs’ın dönem başkanlığını bahane ederek AB’yle ilişkileri daha da zayıflatmaktadır.
Bir politika tercihi olarak Kıbrıs Rum Yönetimini tanımayabilirsiniz. Fakat o zaman neden Kıbrıs adı altında bu ülkeyle gümrük protokolü imzalama sözü verdiğimizi yeniden düşünmemiz gerekiyor. Yani önce aynaya bakıp, önümüzdeki engelleri kaldırmanın yollarını bulmamız gerekiyor. AB üyelik sürecinin tıkanmasında Avrupalıların da payı var ama “biz hiç mi hata yapmadık?” diye kendimize sormamız…
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.