Her şeyin siyah görünüp, gözümüzde renksizleşen bir dünya belirerek herkesi ve her şeyi aynı gördüğümüzde içimizden bir ses şöyle demeli;
“Güzellik, Yaradanın, yaradılış mucizesini yansıtır.”
Öyleki, insanlar hep şu klişe lafla uzun yıllarca kendilerini kandırıp durmuşlardır: “Yüzü güzel olmasa da olur, önemli olan iç güzelliğidir.” Bu sözü söyleyen kişi o anda neler yaşamıştır acaba? Çünkü bu, “bir delinin kuyuya taş atıp herkesin çıkarmaya çalışmasına benziyor.”
Paulo Coelho’nun çok sevdiğim bir sözü vardır: “Dış güzellik, iç güzelliğin görünür kısmıdır.”
Günlük yaşantımızda, sokakta, alışveriş merkezlerinde, televizyonda yüzlerce insan görmekteyiz. Bize onlara yakın hissettiren dışındaki güzelliktir. Yüzündeki güzellik bize içinin saflığını göstermesine yardımıcı olur.
Siz hiç yağmur sonrası toprak kokusunu ya da yaprakta biriken su damlalarını veyahut yağmur sonrası oluşan gökkuşağındaki büyüleyici oluşumun neden olduğunu düşündünüz mü?
Doğa, tabiata ve insanlara güzel olmayı arzuladığı için. Bu arzusunun gerçekleştirmesindeki tek amaç, yaratılmış tüm canlılara, güzelliğini hayran bırakmasıdır.
Gözler kalbin aynasıdır. İçimizdeki her şeyi bakışlarımızla dışarı yansıtır. Bir insan kaç yaşına gelirse gelsin hala küçük bir çocuk gibi davranıyorsa, bu ruhunun büyüklüğüdür. Kimi insanlarda ise, kişi ne kadar kaliteli görünsede onu hırpani giyinimli, güzellik şablolonlarına uymayan ve karşısındaki insanlara tuhaf görünmesi kaygısı taşır. Güzellik onlar için yüzeysel bir kavramdır ve bulaşıcı olduğunu bildikleri için ruhuna ve bedenine hep saklı tutarlar.
Gözlerin görmek dışında ayrı bir vazifesi daha vardır; bir boy aynası görevi görürler. İnsanın kendine hayranlıkla bakması, dış güzelliğin, ruhunun güzel olmasını istediği içindir. Çirkin bir ruha bakan kişi, baktığı gözde kendi çirkinliği fark edecektir çünkü gözlerin diğer bir görevi aynalar gibi kendimizi göstermesidir.
Güzellik her şeydir aslında. “Eski” diye tanımladığımız her şey ilk olduğu günden beri güzelliğini korur, onu eskiten ve değersizleştiren sadece bizim ona bakışımızdır.
***
Yaradanın var etmiş olduğu sanatı yeri geliyor görmeyi başaramıyoruz. Başkaları bakmayı başaramıyor diye kendimize has güzelliği inkar ediyoruz. Kendimizi benimsemek yerine, bize verilmiş kimliğimizi hep başkalarını taklit ederek biçimlendiriyoruz.
Başkaların “Çok hoşsun” dediği kişiler için kalıplarımızı değiştirmeye çabalarız. Bu böyle giderek ruhumuzun köreldiğinin farkına varamayız, arzularımız azalır, bir ağacın bize vermiş olduğu nimetlerdeki hikmeti görmekten bir haber olur, artık dünyaya güzellik katma adına hiçbir olasılığımız kalmaz.
Güneş gibi parlamayı, ay gibi ışıldamayı bırakır, yeryüzünde duran ve onlara renk ve canlılık vermeye çalıştığı cansız, ruhsuz bir varlık haline geliriz. Tıpkı güneşin su birikintisini buharlaştırıp kaybederek ortada hiçbir şey bırakmaması gibi.
Bir insan, diğer insana “Sen giyinmeyi bilmiyorsun, çirkin bir adamsın, sen güzel ve çekicisin, dediği zaman içimizdeki güven sarsılmaya başlıyor. Bir başkalaşım yaşanmaya başlıyor içimizden. Bunlar sayesinde çirkinleşiyor ve aksi oluyoruz. Yaşamdan zevk almamaya başlıyoruz.
İnsanlar yağmur yağmasını isterler ve ıslanmamak için şemsiye açarlar. Nerede kaldı bu işin güzelliği? Ya da kış günlerinde güneşi görmeyi umut ederler. Ama güneş kavurucu olduğu zaman gölge bir yere çekilmeyi isterler ya da yağmurun yağmasını dilerler.
Yaşamın içinde gizlenmiş güzellikleri araştırmak yerine üç-beş insanın paketleyip bize sunduğu fikirlere kulak kabartıp huzur buluyoruz. Çoğu insan şöyle yanlış yola sokma eylemine girerler; “Güzelliğin ömrü kısadır.” Oysa iç güzelliğimizi tamamlayan dış güzelliğimizdir. Gözümüzün görebildiği ve görmeyi başaramadığı her güzel varlık, yaradılışın mucizesini tanımlar.
İnsan ruhunu aydınlığa çıkardığı zaman sevgiye şöyle der; “Senin orada olduğunu tamamen unutmuşum. Sevgi ise şöyle karşılık verir; “Görmesini bilen herkes için sonsuza dek ben buradayım. Sen uzun zamandır beni ihmal ettin ve ruhuna siyah bir gölge çektin. Madem şimdi beni görebiliyorsun o zaman beni bir daha terk etme, çünkü bendeki güzelliğe herkes bayılır.”
İnsanoğlu son dönemde çok hızlı yaşamaya alıştı. Yemeklerimiz hızlı pişti, arabalarımız oldu… Pek zahmet göstermeden her şeyin sahibiyiz artık. Kimse yürüyerek arabayla gittiği yoldaki kaçırdığı güzellikleri göremiyor.
Hz. Peygamber ashabıyla beraber yürürken yol kenarında bir köpek ölüsüne denk gelirler. Sahabelerden bazıları manzara karşısında "Bu leş ne kadar da pis kokuyor" demekten kendilerini alamazlar. Bu durum karşısında Allah Rasûlünün tepkisi ise hayli farklı olmuştur: "Köpeğin ne güzel dişleri var!"
Bir fil zayıf olarak düşünülemez. Vahşi yaşamdaki bir aslanı sakin ve güçsüz görmek imkansızdır. Bir balığı suyun dışına çıkarmak onun ihtiharıdır. Etrafımızdaki dağlar, tepelerin heybetli boyutları birbirinden farklı ve bizden büyük olduğu için güzeldir. Bir yılanı ayaklarının olmadığını görüp bizim gibi yürüyemiyor, yerlerde sürünüyor diye üzülmeyiz. Bu onun yaradılış timsalidir.
Ayın ışığı denize yansıdığı için birçok şaire, yazarlara, şarkılara hep ilham kaynağı olmasaydı belki de yakamoz diye bir isim daha soğuk bir tabirle anılacaktı.
İnsanlar kaçırdıkları güzellikleri ancak ellisinden ya da altmışından sonra fark etmeye başlıyor. Organların birtakım görevi yerine getirmediği ve hayatın son demlerini yaşamaya başladığı dönemlerde, bir kelebeğin kanatlarındaki renk cümbüşüne büyük bir hayranlık duyarak izliyor.
İnsanoğlunun sürekli ertelediği ışığı hatırlaması için ne ölüm korkusuna ne de canının yanmasına gerek yok. Gözlerindeki ışığı kaybetmemesi için içindeki güzelliği görmesi gerek. Bizim ihtiyacımız olan biraz renk, biraz ışık, sevgi ve güzelliktir.
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.