Kula kulluğu yasaklayan bir nizamın insanları zenginlik ve güce göre ayırması mümkün değildir. Bu ayrım İslam’a değil ideolojilere mahsustur. Zenginlik ve güç hiyerarşisi bütün ideolojilerin mecburen içine düştükleri bataklıktır. Bu sebeple İslam’ı da kendilerine benzetmeye çalışırlar. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Sırf Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değiller. Onları yanından kovduğun takdirde zalimlerden olursun.” (Enam Suresi: 52)
Bu ayet-i kerimenin Mekke Müşriklerinden ileri gelenlerinin Hz. Peygamber (sav) Efendimize; “Biz iman etmeye hazırız ama şu yanındaki fakir ve zenci insanlarla aynı mecliste oturmayız. Biz geldiğimiz zaman bu insanlar en azından yan tarafta bulunsunlar” şeklindeki teklifleri üzerine nazil olmuştur.
Yine bir keresinde Hz. Muhammed (sav), Mekke ileri gelenlerine tebliğ ediyordu. Bu sırada Sahabe-i Kiram’dan ama (kör) olan Abdullah İbn-i Mektum geldi ve “Ya Resulullah (sav), Allah’ın sana öğrettiğinden bana da öğret” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) Efendimizin yüzü asıldı ve Abdullah İbn-i Mektum’dan yüz çevirdi. Rabbimiz, Peygamberimizin (sav) bu tavrı üzerine şu ayetleri indirmiştir:
“O (Peygamber), hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi.
Kendisin o ama geldi diye
Onun halini sana hangi şey bildirdi? Belki o, temizlenecekti.
Yahut öğüt alacaktı da, o öğüt kendisine fayda verecekti.
Ama (malı ile Allah’a) ihtiyaç göstermeyene gelince,
Sen, ona dönüp sözüne kulak veriyorsun.
Onun temizlenmemesinden sana ne?
Ama sana koşarak gelen,
Allah’tan korkmuş iken,
Sen ondan yüz çeviriyorsun.
Hayır, (bir daha böyle yapma) çünkü o Kur’an bir öğüttür.
Artık dileyen ondan öğüt alır.
O Kur’an çok şerefli sayfalardadır.
Ki (onların) kıymetleri yüksektir, tertemizlerdir.
(Meleklerden ibaret) kâtiplerin elleriyle yazılmıştır.
Ki onlar, kerimdirler, itaatkârdırlar.” (Abese Suresi: 1-16)
Bu ayetlerde üç temel ders alabiliriz.
Birincisi: Vahy haktır. Çünkü bu kadar küçük (?) bir hadise karşısında Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, Allahü Teâlâ (cc) tarafından çok sert bir şekilde tenkid edilmiştir. Kıyamete kadar da bu ayetleri okumak ibadettir. Peygamberimiz de bu ayetleri asla gizlememiştir.
İkincisi: Bu Kur’an-ı Kerim haktır; isteyen iman eder isteyen iman etmez. Bu Kur’an herkesten müstağnidir. Kimseye iman et diye yalvaracak hali yoktur. İman eden cennete girer etmeyen ise cehenneme girer. İsterse dünyada devlet başkanı olsun.
Üçüncü ders noktasında da Seyyid Kutup (rh.a)’ı dinleyelim:
“Bu olayla ilgili olarak inen bu yönlendirme gerçekten büyük bir olaydır. ilk bakışta ortaya çıkanın çok ötesinde bir büyüklüğe sahiptir. Bu ve onun yeryüzünde yerleştirmeyi hedeflediği gerçek bir mucizedir. Onun insanlığın hayatına bilfiil kazandırılması ve bunun meydana getirdiği etkiler gerçekten bir mucizedir. Belki de bu İslam’ın ilk mucizesi ve aynı zamanda en büyük mucizesidir. Fakat bu yönlendirme Kur'an'ın ilahi metoduna bağlı olarak ferdi bir olaydan sonra bu şekilde verilmektedir. Kur'an bu ilahi metodu gereği bireysel olayları ve sınırlı ilgileri, sınırsız gerçeği ve şaşmaz sistemi yerleştirmek için bir fırsat bir araç olarak kullanmaktadır.
Bu gerçekten büyük bir iştir. Aynı zamanda gerçekten zor bir iştir. İnsanların yeryüzünde gökten gelen değerlerle yaşamaları, yeryüzünün değerlerine karşı bağımsız ve bu değerlerden kaynaklanan baskılara karşı özgür yaşamaları gerçekten zor bir iştir.
İnsanlığın geniş çaplı gerçekliğini ve bu gerçekliğin duygular üzerindeki ağırlığını gönüller üzerindeki baskısını kavradığımızda bu işin büyüklüğünü ve zorluğunu daha rahat anlayabiliriz. İnsanların pratik hayatlarından kaynaklanan şartların ve baskıların hepsinden sıyrılmanın zorluğunu düşündüğümüzde bu işi daha rahat anlayabiliriz. İnsanın karşılaştığı zorluklar, yaşam şartlarından, hayatlarının bağlarından, çevrelerinin geleneklerinden, tarihlerin tortularından ve insanı sağlam bir şekilde yere bağlayan yeryüzünün ölçülerini, değerlerini ve düşüncelerini gönüllere ağır biçimde yerleştiren diğer şartları hesaba kattığımızda onlarla baş etmenin ne kadar zor olduğunu daha iyi anlarız.
Hz. Peygamber Rabbinden böyle bir direktif almaya ulaşması için bu konuda uyarılmaya ihtiyaç duymasını kavradığımızda bu işin önemini ve zorluğunu daha iyi anlayabiliriz ki yüce Allah O'nu sadece uyarmakla kalmamış O'nu sert bir şekilde azarlamıştır. Bu da O'nun yaptığı işin gerçekten Hayret edilecek, akıl almaz bir iş olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu işin veya herhangi bir işin önemini tasvir etmek için şöyle denmesi yeterlidir. Bizzat Hz. Peygamberin kendiside bu noktaya ulaşması için uyarıya ve yönlendirmeye ihtiyaç duymuştur.
Evet, böyle bir uyarı dahi yeterlidir. Zira Hz. Muhammed'in üstün kişiliği, büyüklüğü ve yüceliği yanında yine de bu konuda uyarıya ve direktife ihtiyaç duyuyorsa bu onun çok daha önemli, çok daha büyük bir mesele olduğunu ortaya koyar. İşte ilahi yönlendirmenin bu bireysel olay nedeniyle yeryüzüne yerleştirmeyi hedeflediği ilkenin gerçek mahiyeti budur. İnsanların değerlerini ve ölçülerini yeryüzünün sosyal realitelerinden kaynaklanan, değerlerinden ve ölçülerinden bağımsız bir şekilde gökten almalarıdır. İşte en büyük mesele budur.
Yüce Allah'ın peygamberler aracılığı ile insanlara gönderip tüm değerleri kendisi ile ölçmeyi istediği kriter budur. "Sizin Allah katında en değerliniz, en çok takva sahibi olanınızdır." (Hucurat 13) İşte insanın ağırlığını artıran veya düşüren yegane değer budur. Bu yalın semavi bir değerdir.
Yeryüzünün şartları ve durumları ile hiçbir ilgisi yoktur, hiçbir ilgisi.
Ne var ki insanlar yeryüzünde yaşamaktadırlar ve birbirlerine birçok bağlarla bağlı bulunmaktadırlar ve bu bağların kendi hayatlarında yerine göre bir ağırlığı bir değeri ve bir çekiciliği bulunmaktadır. Sonra insanlar soy gibi, güç gibi, mal gibi başka değerlere de yer vermekte, günlük hayatlarında bunlarla düşüp kalkmaktadırlar. Sonra bu değerlerin dağılımından kaynaklanan birtakım pratik ilişkiler de doğmaktadır. Bu ilişkilerin bir kısmı ekonomiktir, bir kısmı ekonomik değildir. İşte bu değerlerden insanların birbirlerine karşı konumları farklılaşmakta ve yeryüzünün değerlerine göre bazıları bazılarına üstün gelmekte öne çıkmaktadır.
Sonra İslam geliyor. Onlara diyor ki: "Sizin Allah katında en hayırlınız, en değerliniz en çok takva sahibi olanlarınızdır." Böylece insanların hayatında büyük değeri olan, duyguların üzerinde ağır baskılar oluşturan ve onu etkileyici bir cazibe ile yere bağlayan tüm değerleri elinin tersi ile itiyor. Bunların hepsinin yerine doğrudan gökten Alınan ve göğün ölçüsünde kabul edilen tek ölçü olan yeni değerlere onları bağlıyor.
Sonra bu olay geliyor. Sınırlı şartlarda meydana gelen bu hadise söz konusu değerin yerleştirilmesi için bir fırsat kabul ediliyor. Bu vesile ile temel ilke belirleniyor. Ölçü göğün ölçüsüdür. Değer göğün değeridir. İslam ümmetinin insanların bildiği alıştığı her şeyden elini çekmesi, yeryüzünden kaynaklanan ilişkilerden, değerlerden, düşüncelerden ölçülerden ve kriterlerden kurtulması gerekir ki değerlerini yalnız gökten alabilsin. Yalnız göğün tartısı ile tartabilsin!”
Kısaca İslam, beşeri ilişkilerde kendi değerleriyle hükmetmek için gelmiştir. Bu bir inkılaptır ve bu inkılabı Abdullah İbn-i Mektum’a borçluyuz. Bunu görmezsek asıl kör Abdullah İbn-i Mektum değil biz oluruz.
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.