Kur’an-ı Kerim’de zikredilen karye kelimesi “k-r-y” fiilinden türemiştir. Çok sayıda insanın bulunduğu yerleşim yeri, kent ve kasaba anlamına gelir. İbn-i Kuteybe karyenin Kur’an kelimesiyle kökteş olduğunu, çünkü Kur’an sürelerinin toplanıp bir araya getirilen bir kitaptır. Karye kelimesinin en bariz vasfı toplanıp işbirliği ve ahenkle hareket etmektir. Kur’an-ı Kerim’de karye kelimesi daha çok, güç ve iktidar sahibi kılınmış, bütünüyle ya da kısmen iktidarı elinde tutan topluluk manasında kullanılmıştır. Bir medeniyet iddiasında bulunan ve devlet haline gelmiş her yerleşim yeri “karye”dir.
Medeniyet kelimesi, karyelerde uygulanan siyasi, hukuki, iktisadi ve sosyal kanun ve kuralların tamamına verilen isimdir. Medeniyeti ayakta tutan karyedir. Nitekim ayet-i kerime’de şöyle buyrulmuştur: “Nice karyeler helak ettik. Gece yatarlarken yahut gündü uyurlarken azabımız onlara geldi.” (Araf Suresi: 4) Ayette önce karyenin yok edilmesinden bahsedilmiş sonra azaptan söz edilmiştir. Memleket üzerinde uygulanan kanunlar, memleket içerisinde yaşayan insanların yok oluşuna veya kurtuluşuna vesile olabilir.
Tarih boyunca iki türlü medeniyet ortaya çıkmıştır. Batıl medeniyet ve Hak Medeniyeti… Hakka dayanan medeniyet kula kulluğu reddeden ve hayatı yönetecek temek prensiplerin Allahü Teala (cc)’dan alındığı İslam Medeniyeti’dir. Diğeri ise Eski Asur, Yunan, Mısır, Roma ve Kapitalist, Laik, Komünist ve Milliyetçiliğe vs. dayanan putperest medeniyetlerdir. Çin Medeniyeti de putperest medeniyetlerden birisidir.
Bir medeniyetin oluşması ve yaygınlaşması için sosyal sözleşmenin evvela insanın gönlünde oluşması lazımdır. Hz. Muhammed (sav)’e tümüyle inen ilk sure olan Fatiha’da şöyle buyrulmaktadır: “(Rabbimiz) ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz.” (Fatiha Suresi: 5) Dikkat edilirse tek başına namaz kılsak bile bu ayeti kerime’de yine çoğul olarak “ibadet ederiz” demekteyiz. Bir müslüman tek başına olsa bile hem yaşayan kardeşleri adına hem de gerek ölmüş gerekse de gelecek olan müslümanlar adına böyle bir sözleşmeye imza atmaktadır. Ve asla tek başına sadece kendisi için yaşamadığını deklare etmektedir. Bu sebeple bir medeniyet oluşturabilmek için önce bir sözleşme sonra da geniş bir vicdan lazımdır.
“Ve onlar (müslümanlar) ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene. Ahirete de bunlar kesinlikle iman ederler.” (Bakara Suresi: 4) Bu ayetle ilgili M. Hamdi Yazır (rh.a)’ın aşağıdaki tespitlerini hep beraber okuyalım:
Bütün inzal edilmiş kitaplara ve geçmiş peygamberlere, esas itibariyle iman da, İslâm iman ve inancından bir parçadır. (…) Bu ve benzeri Kur'ân âyetleri ve Peygamber'in sünnetleri bize özellikle şunu gösterir ki, Müslümanlık dini geneldir. (..) Diğer dinler ise tâbi bulundukları bayrak altında, din işleri bakımından, kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, vicdanlarının sınırı dar ve kısadır. Bunlar, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımamayı dinin gereği bilirler. Tanırlarsa yalnız politik bir zorlama ile tanırlar. Yakın zamanlara kadar Hristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan kavimlere hakim olamamıştı. Son zamanlarda bu vicdan darlığındaki politik hastalığı gören Avrupa devletleri Katoliklik ve Protestanlık kavgalarından doğan bir vicdan hürriyeti davasıyla Fransız inkılâbından sonra liberallik, laiklik ve insanlık kelimeleri altında Hıristiyanlık kelimesinden sapmaya doğru yürümüş ve o zamandan beri diğer milletler üzerinde hükümet kurmaya yol bulabilmişlerdir. Fakat bu kelimeler olumlu ve merhametli, genel bir hak vicdanı kurulmasını değil, dinsizliğe ve bencilliğe doğru olumsuz bir gidişi hedef aldığından, ilme ve sanayiye ait gelişmelerini gerçeğe bağlayacak yerde, insanlığı haktan uzaklaşmaya, vicdansızlığa ve ihtiraslara sürüklemiş ve sonucu da İslâmiyet'in gösterdiği gerçek ve olumlu hürriyet hakları ile insanlığa temin ettiği ve yaydığı gerçek evrensel hayattan uzaklaşmak ve hayatın ızdıraplarını artırmaktan ibaret olmuştur.
Bu bakış açısıyla denilebilir ki, şimdiki insanlar, Peygamberimizin gönderildiği zamanda olduğu gibi, İslâm'ın nurunun genel bir gelişmesini ve herkesin selameti için, gerçeğin bütün insanlık üzerinde kuvvetli bir egemenliğini görmek derdiyle kıvranıp çabalamaktadırlar. İnsanlığın şimdiki sapıklığı, beşeriyetin doğru üzerinde egemen olması fikrinde toplanıyor. Bu ise, insanlar arasında en kuvvetli görünenlerin "tapılan bir yaratıcı" gibi kabul edilmesine sebep oluyor. Bu, tutkuların kuvvetlenmesiyle hukukun (hakların) çiğnenmesini, herkesin selamet ve emniyetinin bozulmasını doğuruyor. Halbuki insanın saadeti gerçekte insanlığın hakka egemen olması davasında değil, hakkın insanlığa egemenliği esasındadır. Ve İslâm'ın eşit yaşamak için "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla öğrettiği "yaratılış kanunu" da budur. Şu halde insanlık, ya hakka (doğruya) üstün gelmek davasıyle ihtiras ve ızdırap içinde birbirini yiyip gidecek veya Hak Teâlâ'ya iman ile onun mutlak egemenliğine uymak için İslâm dinine ve Muhammed (sav)'in bildirilerine sarılacaktır. Hakk'ı, insanın emri altında gören dar vicdanların kurtuluşa ereceklerini ve beşeriyetin dairesi için bir olumlu kutup olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır! Büyük vicdanlar, Hakk'ı bir bilir ve haktan gelenin hepsine, her birinin kendi derecesine göre kıymet verir.
İşte İslam'ın kalbi, bu büyük iman ve vicdanın sahibidir. O, herkese bu imaniyle göğsünü açar. Bütün beşer vicdanını bu genişlik ve anlayışlılıkla hakka yaklaştırmaya çalışır. Bunu kavrayamayan, bu yüksekliğe eremeyenleri de hakkın birlik ve kapsamına saldırmamak ve hakka az çok uymayı kabul etmek şartıyle kendi dinî sahalarında hür tutarak göğsünde yaşatır ve onların yaşama haklarına hürmeti de yalnız görünüşe has bir siyasetin değil, gerçek dinin gereği bilir.”
Evet, İslam Dinin gereği bilir. Zira ayet-i kerime’de şöyle buyrulmuştur: “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Allah’a ne ahiret gününe inanmayan Allah’ın ve Resülünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere alçalmış oldukları halde elden cizye verecekleri hale gelinceye kadar savaş açın.” (Tevbe Suresi: 29) İslam bütün dünyanın egemenliğine taliptir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
“Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoş görmese de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saf Suresi: 8)
Şimdi gelelim bazılarının Çin’in ileride bütün dünyada küresel güç olacağı iddiasına…
Tarihte kendisine set kuran hiçbir medeniyetin yayılmadığı malumdur. Yayılmak isteyen gücün setlerinden ayrılması ve iki güce sahip olması şarttır.
Birincisi: Yıkıcı Güç!.. Dünyaya egemen olmak isteyen bir gücün savaşçıları olması şarttır. Yıkıcı olamayan güçler, asla yayılamazlar. Elbette yıkıcı olabilmek için şehitlik gibi manevi dinamiklere de sahip olmasına ihtiyaç vardır.
İkincisi: Düzenleyici Güç!.. Eğer sadece yıkıp yapamıyorsanız Moğollar gibi fetih ettiğiniz yerlerde asimile olursunuz. ABD, yıkıcı gücünü Vietnam, Irak ve Afganistan’da kullanmış ama düzenleyici bir güç olamamıştır. Hatta Irak’ta köklü bir devlet geleneği olan İran ile birlikte işbirliği yapmalarına rağmen Irak’ta istikrar ve güvenliği sağlayamamıştır.
Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.