ÖNE ÇIKANLAR :
YAZARLARTÜMÜ
  • GÜNCELLEME: 07 Ekim 2024 Pazartesi 10:24

Unutmadan

Unutmadan


1950 yıllarında Ankara’nın, Atıfbey Mahallesi’nde oturuyorduk.
Modern Ankara, Sıhhiye Meydanı’ndan başlayarak geniş Atatürk Bulvarı boyunca Çankaya Köşkü’ne doğru yükseliyordu.
Yeni Başkent’te çağdaş mimari akımlarının hemen hepsini görmek mümkündü.
Dört katlı kübik apartmanların yoğunlaştığı bölgeye Yenişehir deniliyordu.

Sıhhiye, Demirtepe ve Cebeci semtlerinde apartman tarzı hayat başlamıştı bile.
Bizim Atıfbey’deki bahçeli evimizi Beypazarlı bir dülger ustası yıllar önce kara usul yapıp çatmıştı.
İki katlı, ahşap döşemeli, ahşap tavanlı, kireç sıvalı bir evdi.

Kapı pencere doğramaları çam ağacındandı.
Kışları dökme demir sobayla ısınırdı.
Sığırcık kuşları bahçesindeki dut ağacına üşüşürdü.
Evi satın alırken Dülger ustası bir şart koşmuştu.
Evin alt katında yaşlı karısı ile bir yıl daha oturacaklardı.

Öyle de oldu.
Evin bahçesinde çıkrıklı bir kuyu vardı. Etrafı fırdolayı taş döşeliydi.
Taşlar ıslak ıslak parıldayarak bahçeye canlılık verirdi.
Kuyu çıkrığının bağı çözülünce ağaç çıkrık hızla dönerek boşalır, kuyu ipinin ucundaki sac kovanın suya değişi kuyuda yankılanırdı. Kuyunun serinliğinden yükselen bu ses biz çocukları ürkütürdü. Sonra çıkrığın ağaç tutamaklarına asılarak su dolu kovanın şıpırtılarla yukarı gelmesi sağlanırdı.

Temizlik suyunu bu kuyudan işliyorduk.
İçmeye, kaba kacağa kullandığımız Elmadağ suyunu ise yaşlı bir saka, merkep sırtında tenekelerle taşırdı.
Eski Ankara mahalleleri merkep cennetiydi o yıllarda.
Süt, yoğurt, yağ, çökelek merkep sırtında geliyordu yakın köylerden.

Çankırıkapı fırınının somun ekmeği bir merkebin iki yanından sarkan sepetlerde taşınırdı.
Kazıkiçi bostanlarının zerzevatı merkeple ulaşıyordu mahalleye küfeler dolusu.
Pekmez, bal, yumurta, sirke yine o ceylan gözlü merkeplerle geliyordu bahçe kapımıza.
Birbirinden sevimli, iri kafalı, huysuz, inatçı hayvanlardı bunlar.

Ve biz çocukların neşe kaynağıydılar.
Mahalle bakkalları ağırlıklı olarak gazyağı, tuz, şeker ve tekel maddeleri satarlardı.
Bakkal dükkânının önündeki bir altlıkta yan yatırılmış musluklu bir benzin varili bulunurdu.
Elinde şişe ile gelen müşteriye, Kara Bakkal musluktan bir litre, yarım litre gazyağı çeker verirdi.
Damlayan gazyağının ziyan olmaması için yarı kesilmiş gaz tenekesinden bir kap dururdu musluğun altında.
Yaz aylarında sıcaktan bunalan merkepler o kaptaki gaz yağını su niyetine afiyetle içerlerdi. Bir süre sonra ağzı burnu yanmaya başlayan merkep, yaygarayı koparırdı.
Gazyağını içen merkebin önce burun delikleri dışarı fırlardı. Ardından dudakları gerilip burnuna doğru katlanır, sırıtan dişleri görünürdü. Sonunda hançeresinden önce hazin, sonra hırçın, inatçı sesler çıkardı.
Bir merkep içtiği gazyağını içinde halledip egzozundan atıncaya kadar akıl almaz çitmeler atardı sağa sola.
Kara Bakkal merkebin dükkânının önünde kolbastı oynamasını hayra yormaz, elindeki helva bıçağı ile kapıya çıkardı.
Kara Bakkal her seferinde teneke kapta biriken yarım kilo gazyağının uçmuş olduğunu görürdü.
Dünya savaşı yıllarını yaşamış olanlar gazyağının değerini ilaç gibi bilirdi.

Kara Bakkal gazyağının göz hesabı bedelini merkebin sahibi köylüden kuruşuna kadar isterdi.
Köylü ise bakkala misli ile terslenir, söylenirdi:
“Gormün mü, gazyağından gup gibi şişti. Gazyağı dokunuyo hayvana? Senin gazın tuzun parasını ben viriyong. Sen eşşaan parasını nassı viriyong, de bağa?”
Karaburçak köyünden küpecikler içinde yoğurt getiren bu köylüye
daha önceden bilenler sorarlardı hep:
-Dayı sen iyi biliyong. İsmet Paşa, İngiliz Çörçil’ine, tirenin gompartmanında ne dimiş?
Karapürçekli köylü paşamızın fotoğraflardaki hali gibi kabarır:
-“Civabına, civabımdır. Dimiş, aynen.”
Sonra Kara Bakkala “aldıng mı cüvabını” denirdi.
O sırada çiğ bir egzoz kokusu burnumuza gelirse, merkebin rahatladığını anlardık.
Ağzı yüzü düzelen merkebin kurtulduğuna Kara Bakkal da eşeğini bulmuş gibi sevinir, dükkânına girerdi.

Beypazarlı Dülger Ağa bizim evin arka bahçesine kurduğu geçici marangoz tezgâhında gün boyu pıtır pıtır çalışırdı.
Mutfaklar için tel dolaplar yapardı yaşlı marangoz.
Evlerin en serin yerine konulan bu ince telli dolaplar buzdolabı yerine kullanılırdı.
Ankaralılar’ın:“Til dolapta piynir var” deyişleri bu dolaplardan ünlenmiş olabilirdi.
Dülger Ağa’nın yaşlı karısı arka bahçede ilkbahar güneşine sırtını vererek kocasını izler, namaz vakitlerini elifi elifine hatırlatırdı.

O yıllarda cami minarelerinde hoparlör yoktu.
Semtin en yakın camiinden ancak sabah sessizliğinde ezan sesi işitilebilirdi. Cumaların dışında cami cemaati ile kılmak özlemdi.
Sonradan öğrendiğime göre Dülger Ağa’nın evde bir yıl oturmak istemesinde bir giz vardı.
Yeni yapılan ilkokulun arkasına düşen arsada cami yeri işaretlenmişti.
Biz çocuklar oyun oynarken sakınır o arsaya girmezdik.
Ama camiyi yaptıracak para yoktu. Yaptıracak zengin de yoktu. Vaktiyle camileri padişahlar, paşalar, valide sultanlar yaptırmışlardı.

O günlerde ancak devletin gücü yetebilirdi bu çapta işlere.
Ben bunları hep yaşlı Dülger Ağa’dan dinliyordum.
Bir zaman sonra caminin minberini Dülger Ağa’nın yapmaya gönüllü olduğunu öğrenecektim. Ve Etlik bağlarına gidip gelip neden armut ağacı gövdesi topladığını anlayacaktım. Dülger Ağa hayalindeki minberin oymalarını fırınlanmış armut ağacından yapacaktı.
Mahalleli cami için vilayete dilekçe vermiş, sonra da unutulmuş gitmişti.

Bir yaz günü cami arsasında kurban kesildiğini mahallenin çocukları ile birlikte gördük.
Hemen o tarafa koşturduk.
Kurbanın ılık kanına banıp alınlarımıza sürdük.
Ağır giyimli insanlar arsayı inceliyorlardı.
Bir inşaat tezgâhının üzerinde geniş, şeffaf kâğıtlara çizilmiş planlar serilmişti.
Bu kâğıtlardan bir tanesinde yapılacak caminin renkli eskizi vardı.

O ne güzellikti yarabbi.
O yıllarda gümüş işlemeli kristal camdan mürekkep hokkaları görülürdü bazı yazı masalarında.
Öyle hokka gibi bir cami çizilmişti tüm renkleriyle.
İstanbul camilerini andıran bir kubbesi vardı resimdeki caminin.
O anki bizim yüreklerimiz gibi kabarmış bir kubbeydi o.
İlk cemaat yeriyle birlikte beş yüz kişi namaz kılabilecekti.
Temel atma töreni yapılmıyordu.
O yıllarda kurdele filan da bilinmezdi. Bir iş yaparken ortalıkta görünmek hoş sayılmazdı.
Sadece çok genç bir imam bir taşın üstüne çökerek Yasin okumaya başladı.
Sonra Fatiha için eller açıldı.

Caminin ip çekilerek işaretlenmiş temel arsasına besmeleyle bir manga kazmacı ile bir manga kürek ırgatı girdiler.
Kazmalar kürekler toprağa inip kalktıkça arsa gümüşlenerek ışıldamaya başladı.
Camiyi İller Bankası kanalıyla devlet yaptırıyormuş.
O günlerde yaptık ettik demiyordu hiç kimse.
İnsanın kıldım ettim diyemeyeceği gibi.
Nerden nereye?

Yapıda taş işçiliği ağırlıktaydı.
Hüseyin Gazi Dağının yamaçlarındaki bir taş ocağından Ankara graniti getiriliyordu at arabalarıyla.
Her gün ancak bir sefer yapabiliyordu arabayla.
Bir yaz boyu taş taşındı inşaata.
Sert Ankara taşının yontulurken çıkardığı sesler gün boyu kulaklarımızda çınlar dururdu.
Cami arsasına ilk olarak Çubuk Barajı’nın içme suyu ile elektrik bağlandı.

Pırıl pırıl akan musluğa mahalleli kalaylı bakır maşrapalar bağışlıyordu.
Taş yontucularının hemen hepsi Kayseri’nin İncehisar’ından gelmeydi.
Cılız, kavruk insanlardı bu ustalar.
Yamalı kasketlerine katlanır çubuk metreler iliştirmişlerdi.
Hiza aldıkları su terazisinin kabarcığının sağa sola kayması biz çocukların çok hoşuna gidiyordu.
Asıl o koca granit taş blokları nasıl hizaya getirdikleri görülecek şeydi.
Ama sıcaktan fazla durulmuyordu yanlarında.
Çıkan toz her yanımıza yapışıyor, yakıyor, yara yapıyordu.
Ustalara sürekli su taşıyan biz yaşta bir çocuk vardı aralarında.
Hakem’di çocuğun adı. Kızılcahamam’ın bir köyündendi. Onun da şalvarı, mintanı yamalar içindeydi. Ayaklarında topukları erimiş tahta takunyalar vardı.

Bir gün Karapürçek’ten bize küpecik yoğurdu getiren köylü iki küpecik yoğurt bırakmış gitmişti.
Annem küpeciğin birini ayran etti, cami inşaatındaki ustalara götürmemi söyledi.
Bir küpecik yoğurttan iki küpecik ayran çıkmıştı.
Mahallenin çocuklarıyla küpecikleri cami inşaatına taşıdık.
Ondan sonrası Hakem’in işiydi.
Hakem arkadaşlığım öyle başlamıştı.
Çocuk muamelesi gören Hakem’in yaşı büyüktü.
Hakem, Kur’an öğrencisiydi.
Kızılcahamam’da hatim indirmişti. Şimdi cami inşaatlarında su taşıyarak, kuvvetli hocalardan kuran hıfz ediyordu.
Ankara, Konya, Kayseri fark etmiyordu onun için. Yeter ki bizim caminin genç imamı gibi kuvvetli hocalar bulabilsin idi.

Sıcak günlerden birinde Hakem’in burnu kanamıştı.
Yanına vardığımda kuru solgun yüzünde göz aklarının büyüdüğünü fark etmiştim. Yamalar içindeki çakşırı da kanlanmıştı.
Taş ustaları: “Gölgeye yatırın onu, gölgeye!” diye sesleniyorlardı. Bizim evden başka gölge hiçbir yer yoktu Hakem’i götürebilecek.
Hakemi ikna ederek bizim eve götürdüm. Annem hakemi görünce sarsılmıştı. Eyvandaki kerevete çabucak yer hazırladı. Hakemi yatırdık. Bir tasta sirkeli su yapıp anlına bileklerine sürdü.
Hemen içi geçmiş uyumuştu Hakem.

Annem bana bir koşu Sağlıkçı Bahri’ye haber vermemi söyledi.
Sağlıkçı Bahri berberde tıraş oluyordu. Eyüp Sabri’nin keskin limon kolonyası taşıyordu berber dükkânından.
Berber benimde kafama kolonya döküp iki tarak attı saçıma.
Eve gelince sağlıkçı Bahri, ateşine nabzına baktı Hakem’in.
Sonra sırtına kulağını yaslayıp soluğunu diledi, parmaklarıyla tık tık yapıp mayi aradı.
“Korkacak bir şey yoktu.”

Annem adet edinmişti, hastalanan olursa hemen bir tavuk kestirirdi.
Kümeste kıstırdığım çilli köy tavuğunu Dülger Ağa kesti, annem iki dakikada tavuğu yoldu savurdu, ödünü taşlığını ayırdı.
Sonra bahçedeki taş ocakta ince tüylerini ütüp kalaylı bakır tencereye attı.
Hakem’in hikâyesini benden dinleyen Dülger Ağa çocuğu yanına çırak aldı.
Bana da“ Sen kalfa oldun artık” dedi.
Bütün bir yaz Dülger Ağa’nın marangoz tezgâhının çevresinde Hakem ile birlikte dört döndük.
Yerleri ıslayıp süpürdük.
Alet edevatı tezgâhtaki yerlerine koyduk.
Cami taş taş üstüne yükselirken, ağaç minber de bir dantel örgü gibi
belirmeye başlamıştı.

Hakem akşam üzerleri hoca efendiden Kur’an hıfzediyordu. Ben de Hakem’le beraber su taşırken, bakkala koştururken, karpuz yerken namaz surelerini, dualarını kulaktan ezber etmiştim.
Caminin kubbesi örülüp kapandığında güz yağmurları başlamıştı.
Minberin ağaç oymaları parçalar halinde camiye taşındı.
Hakem, Kızılcahamam’a dönmek için sızlanmaya başlamıştı.
Ne kadar olgun olursa olsun o da anne baba kuzusuydu.
Böyle diyordu annem.
Hakem el öperek Kızılcahamam’a döndü.
Caminin minaresinin taş kaidesi bitmişti.
İlkbaharda minare ustaları ile kurşun kaplama ustaları İstanbul’dan gelecekti.

Dülger Ağa camiye sacdan büyük bir mangal kurdurmuştu.
Yeni inşaatın nemli soğuğundan uyuşan ellerini mangalda ısıtıyor, marangoz kalfalarının yardımıyla minberi parça parça kuruyordu.
O yıllarda mübarek Ramazan ayı yazları geliyordu.
Üç Aylar’da Caminin kubbesi, şadırvanın çatısı, son taşı konulan minarenin kurşun kaplamaları bitti.
Pırıl pırıl alemleri yerlerine takıldı.
Ramazan’ın ilk hilali Ankara’da görülmüştü.
Eski Ankara mahalleleri uzun Ramazan günlerine hazırlanıyordu.
Hakem’in Ramazan tebriki Sinop’tan geldi.
Dülger Ağa ise Kırkikindiler yağarken Beypazarı’nda sessiz sedasız toprağa verilmişti.
İlk teravih için taş şadırvanda aptes alırken yaz gecesinin yıldızlı göğünün alçaldığını ve mahallemizin küçük çatılarını, bahçelerini ışıkla yıkadığını görüyordum.
KAYNAK:
ETİKETLER:
ÖNCEKİ HABER

SONRAKİ HABER