Anayasa Mahkemesinin, doğumun, tıbbi zorunluluk halinde sezaryenle yaptırılabileceğine ilişkin kanun hükmünün iptal istemini ret kararının gerekçesi Resmi Gazete'de yayımlandı.
CHP, 6354 sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşların Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un bazı hükümlerinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmuştu.
Başvuruyu esastan inceleyen Yüksek Mahkeme, 6354 sayılı Kanun'un 1. maddesiyle 1593 sayılı umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nun 153. maddesine eklenen, "Gebe veya rahmindeki bebek için tıbbi zorunluluk bulunması halinde doğum, sezaryen ameliyatı ile yaptırılabilir" şeklindeki fıkrayı Anayasa'ya uygun bulmuştu.
Kararın Resmi Gazete'de yayımlanan gerekçesinde, Anayasa'nın 56. maddesinde devlete, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlama ödevi verildiğine işaret edildi.
Devletin bu görevlerin gereği olarak, kişilerin sağlıklı şekilde yaşam sürdürmelerini sağlamak amacıyla gerekli gördüğü yasal önlemleri almakla yükümlü olduğu belirtilen kararda, "Devletin, sağlığa aykırı gördüğü uygulamaları kısıtlamak suretiyle kişilerin yaşamlarını sağlıklı şekilde sürdürmelerini sağlamayı amaçlaması pozitif yükümlülüğün bir sonucudur. Dava konusu kuralın da belirtilen yükümlülüğün gereği olarak, kişilerin sağlıklı yaşam sürmeleri açısından tıbbi zorunlulukların esas alınmasını amaçladığı görülmektedir" denildi.
Anayasanın 17. maddesinde "Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz, rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz" hükmüne yer verildiği anımsatılan kararda, bu hükümle kişilerin kendi bedenleri üzerinde karar verme yetkisi olduğunun istisna tanınarak vurgulandığı aktarıldı.
Devletin, pozitif yükümlülük olarak, yetki alanındaki tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların, gerek diğer bireylerin, gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlülüğü bulunduğu belirtilen kararda, şu değerlendirmelerde bulunuldu:
"Kişinin sağlığı ve beden bütünlüğü üzerindeki tasarruf hakkı, gerek kendisi gerekse üçüncü kişilerin müdahalesi yönünden mutlak ve sınırsız değildir. Birey bedeni üzerinde tasarrufta bulunabilirse de bu tasarruf sınırlıdır ve bunun için başkasını da zorlayamaz. Üçüncü kişilerin kanunun cevaz vermediği tasarrufları, muhatabın rızasına dayansa da hukuka uygun değildir. Bunun sağlık alanına yansıması hastanın, hekimin tıbben uygun görmediği tedaviye veya ameliyata zorlayamamasıdır. Aksi durumda hekimin hukuki hakları ve tıbbi etik kurallarının yanında hastanın tedavi hakkı da ihlal edilmiş olur.
Hekimin öncelikli görevi, hastalıkları önlemeye ve bilimsel gerekleri yerine getirerek, hastaları iyileştirmeye çalışarak, insanın yaşamını ve sağlığını korumaktır. Bunların yanında hastasının zarar görmemesi ve tedavinin olumlu sonuçlanması için, bilimsel tüm kuralları yerine getirmek, hastanın durumunu ivedi şekilde saptamak, mevcut durumun getirdiği önlemleri eksiksiz biçimde almak ve uygun tedaviyi ivedi şekilde belirleyip uygulamak zorundadır. Bu nedenle tedavi yönteminin belirlenmesi temel olarak hekimin görevidir. Bu seçimi yaparken bilimsel kanaatine görev belirleyeceği en güvenilir yolu seçmesi gerekir. Hekimin sahip olduğu bu haklar, aynı zamanda hastanın özgürce bilimsel ve etik kararlar verebilen bir hekim tarafından tedavi edilme hakkının da yansımasıdır. Dolayısıyla tedavi yöntemini belirleyecek olan hekim, hasta tarafından bilimsel görüşüne aykırı teşhis ve tedaviye zorlanamaz."
Dava konusu kuralın, hekime tedaviye ilişkin bilimsel görüşünü ileri sürme ve uygulama konusunda yasal bir dayanak sağladığı ifade edilen kararda, "Sezaryen ameliyatını sağlık hizmetlerinden yararlanmaya engel olmayacak biçimde, tıp bilimine göre belirlenecek nedenlerle sınırlayan, bilimin gerekleri dışında herhangi bir yöntem dayatmayan dava konusu kuralın, kadının maddi ve manevi varlığını geliştirmeye engel olduğu söylenemez" denildi.
Üyeler, Osman Paksüt, Zehra Ayla Perktaş, Engin Yıldırım ve Zühtü Arslan, bu görüşe katılmayarak, karşı oy kullandı.
Öte yandan, öğretim kurumlarında görev yapmayan profesör ve doçentlerin Sağlık Bakanlığı hastanelerinde sözleşmeli öğretim üyesi olarak çalışmalarına imkan tanıyan düzenlemenin iptal istemi de reddedilmişti.
Kararın gerekçesinde, kural kapsamındaki öğretim görevlileri ile Sağlık Bakanlığı arasında kamu hukuku ilişkisi olmadığı, karşılıklı irade ile gerçekleştirilen sözleşmeye bağlı özel hukuk ilişkisi bulunduğu anlatıldı.
Kararda, gelişen koşul ve durumlara göre sık sık değişik önlemler alma, bunları kaldırma ve süratli biçimde hareket etme zorunluluğunun bulunduğu alanlarda, yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakmasının, yasama yetkisinin devri olarak yorumlanamayacağı belirtildi.
Hangi eğitim ve araştırma hastanesinde hangi alanlarda hangi unvanda öğretim üyesine ihtiyaç olacağının, bu ihtiyacın ne zaman doğacağının önceden kanunla belirlenmesinin imkanı olmadığına işaret edilen kararda, bu kapsamda eğitim verecek görevlinin belirlenmesinde idarenin takdir hakkının açık olduğu vurgulandı.
Konuya ilişkin temel ölçütlerin kanunla belirlendiği ifade edilen kararda, idareye kanunla tespiti mümkün olmayan teknik ve sınırlı bir alan bırakıldığından kuralda belirsizlik bulunduğunun, dolayısıyla yasama yetkisinin devredildiğinin söylenemeyeceği kaydedildi.