ÖNE ÇIKANLAR :
YAZARLARTÜMÜ
  • GÜNCELLEME: 07 Ekim 2024 Pazartesi 12:34

Kankardeşim

Kankardeşim


1948 yılı, Bursa
Bursa’da, Narlı Tekke mahallesi:
Eski Bursa evlerinin karşılıklı sıralandığı bir sokak.
‘Nohut oda bakla sofa’ denir ya, öyle bir evde kiracı oturuyoruz.
O yıllarda ipekçilik Bursa’da en birinci iş. Koza Han ipek kozası ile dolup taşıyor.

Bursa şehri de ipek gibi tiril tiril o vakitler. Bursa İpeklisinin bir benzeri Hint’de, Çin’de aranıyor.
Eski sokağımızın her hanesinde küçük bir dokuma tezgâhı çalışıyor. Tezgâhların başında çocuk yaşında kızlar var.
Annemin deyişiyle: Suyun öte yanından muhacir kızları.
Dokuma tezgâhlarının tıkırtıları bizim sokağın ninnisi, türküsü gibi.

Gündüz uykularıma kulağımda o seslerle girip çıkıyorum.
Yaz ayları girerken evlerin duvarları çivit mavisi, biber kırmızısı, safran sarısı badana ediliyor.
Annemin gönlü ise hep ak kireçte. O yüzden evimizin cephesi hep güneşli beyaz. Odamız, sofamız aydınlık. İçimiz açılıyor girip çıktıkça.

Evlerin arka bahçelerinde ayva ağaçları, nar ağaçları, erik ağaçları taş duvarlardan taşıyor. Gül, zambak, fesleğen kokuyor sokak gelip geçene.

Bir gün bu sokağımıza Almanlar geldiler.
Gök yarılır ya, öylesine yağmurlu bir gündü.
Ordu malı motosikletlerin refakatçi sepetlerinde ıslak muşambalar altına sığışmış kadın ve çocuklar gördük. Hepsi üniformadan bozma eski giysiler içindeydi.
Sokağımızı yakıcı bir egzoz dumanı kaplamıştı.
Mahalleli yağmur çamur demeden sokağa dökülmüştük.
Kadınlar, kızlar ıslanmamak için başlarına çizgili peştamallar almışlardı.
Biz çocuklar kadınların örtülerini çekiştirerek altlarına sığınıyorduk.

Sökük üniformaların içindeki bu derin bakışlı erkekler, kadınlar, bu suskun çocuklar neyin nesiydi?
Bulgar göçmeni Yakuba Dayı vardı o günlerde mahallenin her işine koşturan.
Ankara kedisi gibi biri mavi biri sarı renkteki gözleri ilk göreni şaşırtırdı.

Yakuba Dayının sesi yükseliyordu sokağın başından
“Komşular. Az biraz dinleyin beni, ba! Çok muhterem Alman milleti misafir olmuştur mahallemize. Vurmuştur komünistler bu bahtsız milleti ba. Hem de arkadan ba! Bulgar zalimi sınır dışı edilmiştir kadın çocuk demeden. Kapımıza gelmişler ba. Gayret günü bu gündür mahalleli!”
Yakuba Dayı, Bulgarya’da Almanların safında komonistlerle nasıl savaştığını anlatırdı çay ısmarlayanlara.
Yeri geldiğinde Almanca da patırdatırdı Yakuba Dayı.
Mahalle fırının ön bahçesinde bir çay ocağı ile üç beş de ağaç iskemle vardı. Mahalle kahvesi yerine geçen bu yer Yakuba’nın mekânıydı. Biz çocuklar bahçedeki yosun tutmuş küçük havuzu gösterir, onun gibi Almanca patırdatırdık:
“Das havuzun suyuns terkosuns bulanıktır.”

Motosikletleri kullanan iri yapılı Almanlar ıslak üniformaları içinde tedirgin bekleşiyorlardı. Bakışları, yorgun yüzlerinde gölgelere çekilmiş gibiydi.
Saydık, beş tane sepetli motosiklete yirmi kadar Alman sığışmıştı.

İri motosikletlerden birinin sepetinde benim yaşlarımda bir oğlan çocuğu vardı. Yeşil renkte yırtık bir asker muşambasına sarınmıştı. Rüzgârdan yüzü nar gibi çatlamıştı. Alnına yapışan mısır püskülü saçlarından yağmur damlıyordu.
O gün elimde küçük bir oyuncak testi ile çıkmıştım sokağa. İçine biraz su koyup lülesinden üfleyince kuş sesleri çıkarıyordu oyuncak testi.

Alman çocuğun maviş gözleri birden elimdeki testiye takıldı.
Testinin marifetini göstermek için lülesinden üfleyip kuş gibi öttüm.
O sırada Naciye Teyze muhacir ağzıyla:
¬“İstersin Almanlar seni kuş sansınlar.” diye çıkıştı.
Ama Alman çocuğu hayranlıkla bana ve küçük testiye bakıyordu.

Ben de lüleli oyuncak testiyi götürüp Alman çocuğa verdim. Evde bir tane daha vardı nasıl olsa.
Küçük Rihter ile ilk tanışmamız böyle olmuştu.
Rihter oyuncak testiyi dudaklarına götürüp içindeki suyu lıkır lıkır içti.

Muhacir Naciye teyze de görmüştü olan biteni:
“Bu insanlar susuz !” diye dövünmeye başladı:
“Kerbela’ya dönmüş bu mahalle? Su yetiştirin hele, su!”
Mahallenin kızları kadınları hemen evlerine koşturup testilere, maşrapalara davrandılar tangır tungur.
Kalaylı maşrapalarla tek tek su dağıtıldı Almanlara.

Evlerin eski kiremitlerinden akan sular sokağın Arnavut kaldırımında, birikmeye, göllenmeye başlamıştı.
O yıllarda Hasan Basri adında tuhaf giyimli bir adam gelir giderdi narlı Tekke mahallesine. Yaz kış beyaz bir takım elbise giyerdi. Dişleri boydan boya altın kaplamaydı. Kapalı çarşı gibi ışıldıyordu konuştukça. Kimileri için gizli zengindi Hasan Basri, kimileri için süfli bir kumarbaz.

Hasan Basri, iki katlı ahşap evlerden oluşan mahalleye dört katlı garip bir bina dikmişti. Apartman sözcüğünü ilk ondan duyuyordu mahalleli. Ama kırılır diye cam bile taktırmamıştı yapının pencerelerine.

Boş binayı gören Almanlar sığınacak bir yer buldukları için yeniden canlanmışlardı.
Önce hurdası çıkmış ordu malı motosikletleri binanın düzayak giriş katına soktular.
Başkaca taşınacak bir eşyaları yoktu belli ki Almanların.
Ama mahallelinin yapacak çok iş vardı.

Kadınlar, kızlar yaz aylarında taşlıklara yaydıkları kilimleri, cicimleri o heyula binanın camsız pencerelerine astılar.
Almanların çok uzun bir yoldan geldiklerini anlatıyordu Yakuba dayı.
“Eyvahlar olsun, aç mı yatacak bunlar” diye fısıldadılar kadınlar aralarında.

Muhacir Naciye Teyze kaşla göz arasında iş bölümü yapmıştı bile.
Bizim ev ile birlikte bir ev daha, ekmek için teknede hamur edecekti. Her zamanki gibi ekmek tepsilerini biz çocuklar mahalle fırınına götürecektik.
Mahallede eline çabuk bilinen iki ev erişte çorbası, bulgur pilavı hazırlıyordu misafirlere.

Biz mahallenin çocukları çeşmeden kovalarla, ibriklerle su taşımaya başlamıştık Almanlar’a.
Muhacir Naciye Teyze, o evden bu evden topladığı altı tane pamuk şilte ile bir denk yorganı hava kararmadan “Hasan Basri Apartmanına” taşıtıp serdirmişti.

“Hasan Basri Apartmanına” elektrik bağlanmamıştı daha. Almanları mum ışığından kurtarmak için gaz lambaları toplanmıştı mahalleden. Böylece ev ev bir araya getirilen sofra ışıksız kalmamıştı.

Narlı Tekke Mahallesi o geceyi düğün, doğum, ölüm geceleri gibi çok özel bir gece olarak yaşadı. Ve bir dönüm noktası olarak kaydetti hafızasına:
“Almanlardan önce. Almanlardan sonra.”
Sabah uyandığımda yağmur dinmişti. Mayıs güneşinde sokağın kaldırımı tüterek kuruyordu.

Alman çocuğu, Rihter’i aradı gözlerim.
Hasan Basri Apartmanının girişinde, o hangar gibi yerin önünde kadınlı erkekli birkaç Alman vardı. Yakuba dayı da oradaydı.
Daha sonraları Kruger Amca diyeceğimiz tıknaz Alman ile karşılıklı Almanca patırdatıyorlardı.

Kruger Amca, iri bir muşamba cüzdandan yabancı banknotlar çıkarmıştı. Amasyalı Hafize ablanın getirdiği kahvaltılığın parasını ödemek istiyormuş.
Yakuba Dayı ise Narlı Tekke mahallesinde misafir parasının geçmeyeceğini Türkçe ve Almanca anlatmaya çalışıyordu. Ama belli ki hiç bir şey anlatamıyordu.

O sırda Rihter apartmanın loş merdivenlerden inip gün ışığına çıktı. Ona verdiğim lüleli oyuncak testi elindeydi.
Beni görünce yanıma gelip oyuncak testiyi bana uzattı. Ben pantolonumun derin cebinden aynı testiden bir tane çıkarıp Rihter’e gösterdim. Sonra işaretle: O senin, bu benim dedim.

Yakuba Dayı “deine, seine” diye bir şeyler söyledi Rihter’e.
Ben de ”daine ve seine” yi hemen oracıkta Yakuba’dan öğrenmiş oldum.
Amasyalı Hafize ablanın getirdiği sahanda sıcak katmerler vardı.

Amasyalı Hafize abla dürüm yapıp iki katmer verdi bana.
Katmerlerden birini Rihter’e uzatırken “Seine, meine” diye ekledim. Nasıl yenileceğini göstermek için kocaman bir parça ısırdım yağlı pişiden. Buna karşılık Richter katmerden dişlerinin ucuyla küçücük bir ısırık aldı. Ama sonra hızla büyüttü lokmalarını.

Katmeri yerken birden hayvanat bahçemdeki hayvanları hatırladım. Göz açtırmayan yağmur, motosikletli Almanlar derken yanlarına hiç uğramamıştım. Onlar da açtılar.
Rihter’e ”seine, deine” deyip, benimle gelmesini işaret ettim. Gönlü uysal çocukmuş. Hemen takıldı peşime. Katmerlerimizi yiyerek bizim evin arka bahçesine doğru dolandık.

Hayvanat bahçemde söğüt dalından örme bir kafeste Meryem ile Maruf adında bir çift keklik vardı. Sonra Oya adında bir yavru kaplumbağa; bir havuz kurbağası, adsız bir kertenkele, bir şişe dolusu sülük, cam kavanozda kırmızı süs sazan balıkları, ölü bir akrep, bir baca örümceği ve çeşitli renklerde kelebekler.

Rihter’in hoşlandığı belliydi ama tek kelime konuşmuyordu. O sırada annem ıslak çamaşır teknesini kurusun diye güneşe çıkarmıştı. Az sonra bir tasta ıslattığı sabunlu bezle gelip yağlı ellerimizi ağzımı sildi. Richter in “danke, manke” demesini bekledim. Hayır, tek kelime çıkmadı ağzından.

Annem Rihter’in mısır püskülü saçlarını okşayıp mutfağa girdi.
Ben hemen çamaşır teknesini taşlığın ortasına çekip, yelkenli bir kayık gibi donatmaya başladım. Tavan süpürgesinin uzun sapı yelken direğiydi. Mahallenin dastar dediği geniş sofra altı bezini ana yelken olarak çektim direğe. Tahta çamaşır tokacını dümen olarak kayığa bağladım. Küçük bir bayrağı makara ile çekip ana direğe toka ettim. Atla diye seslendim Rihter’e. Ama Rihter’den önce sarmanının yavrusu atlamıştı kucağıma. Sonra “Vira !” diye bağırdım var gücümle. Emirler uydurmaydı: “Vira! Aganta maganta!”

O gün ve ondan sonraki günler bütün oyunlarımı sergiledim Rihter’e. Richter sessizce katıldı hepsine.
Mahallede her öğün değişik bir evden tepsilerle aş ekmek gidiyordu Almanlara.

Baş çavuş Kruger her seferinde muşamba cüzdanına davranıyordu para ödemek için. Ama yeşil banknotlar hep elinde kalıyordu.
Mahallenin kadınları evlerini de açmışlardı Alman kadınlarına kızlarına. Göz yakıcı renklerde düz ipekler dokunurdu evlerdeki ahşap tezgâhlarda.

Bir zaman sonra Alman kadınları, kızları da oturacaktı bu tezgâhların başına. İpek dokumanın çileli sabrını yaşayacaklardı.

Mahallede her şeyin bir vakti günü vardı. Şimdi Süheyla ablanın loğusa hamamının günü gelmişti.
Mahallede her evde mis gibi hamam bohçaları hazırlandı. Göçmen Naciye Teyze bana: “Koca adam oldun. Kadınlar hamamına almazlar seni.”demişti. Kadınlar hamamına alınmadığım için gizli bir gurur duyuyordum.
Sulak testiyi kuş gibi öttürerek Rihter’i aradım sokakta ama karşılık vermedi.

Meğer o gün Rihter kadınların arasına karışıp hamama gitmiş. Ak tenli çelimsiz bir çocuktu Rihter. Natırlar bana yaptıkları gibi takunyanın sivrisini göstererek geri çevirmemişlerdi onu.

Ben de fırsat bu fırsat Demirci Rifat ustanın dükkânına körük çekmeye gittim. Rifat Usta, kalfası ile karşılıklı örste demir döverken körük çekmeme izin verirdi.. Var gücümle asılırdım eski körüğün halkalı ipine. Ocaktaki ateşin benim gücümle mavi yeşil harlaması karşısında sevinçten deli olurdum.

Ben körük çekerken iki genç Alman gelmişti işliğe. İkisini de bizim sokaktan tanıyordum. Adları Gunter ile Klaust imiş. Demirhanenin çaydanlığı kömür ocağının yanında hep sıcak dururdu. Kalfa çay doldurdu Almanlara. Adı Gunter olanı bir ara kalfanın elinden balyozu alıp, örsün başındaki Rifat Ustanın karşısına geçti. Rifat ustanın elinde usta çekici vardı. Balyoz kızgın demiri eziyor, çekiç ise biçim veriyordu demire. Rifat Usta, bu defa çekici Gunter’e verdi. Gunter’in bir demirci ustası olduğunu örse indirdiği ilk çekiçten anlamıştı Rifat usta. O günden sonra Gunter, usta başı olarak demirhanede çalışmaya başladı.

Klaust ise usta bir saraçtı. O yıllarda üç beş kaptı kaçtı otomobilden başka vasıta yoktu Bursa’da. Parke taşı yollarda çıngıraklı faytonlar koştururdu. Klaust da bir nalbandın yanında faytonların koşumlarını onarmaya başlamıştı. Bereketli Bursa toprağı Almanları istihdam ediyordu.

O gün öğlen vakti kadınların hamam sefası bitmiş, faytonlardan alı al tüterek iniyorlardı.
Ama Richter yoktu ortalıkta. Ona dutluktaki ipek kozalarımı gösterecektim. Sokağa çıksın diye yine sulak testiyi kuş gibi öttürdüm. Duysa yerinde duramaz koşar gelirdi.
Ancak ertesi gün buluşabildim Rihter’le. Hamamdan sonra baygın yatmış bütün gün ve gece. Gider misin kadınlar hamamına.

Ertesi gün Ricter’in dayısı Yakuba ile birlikte bitpazarından kırık dökük bir bebek puseti alıp gelmişlerdi. O yıllarda Bursa da Yahudi, Ermeni halkı mahallelerden taşıyordu. Onlar kullanırlardı bu bebek pusetlerini.

Richter’in dayısı ile annesi dondurma yapıp satacaklardı.
Gunter ile Klaust puseti onarıp pırıl pırıl bir dondurma arabasına dönüştürdüler. İş Richter’in annesi ile dayısına kalmıştı.

Arabanın içine yerleştirdikleri ardıç ağacından yarım fıçıya buz doldurdular. Kırılmış kalıp buzun içine çinko sacdan dondurma küveti yerleştirdiler. Buzun üstüne deniz tuzu serptiler bolca. Yakuba Dayı çok ucuza süt bulmuştu Almanlara. Halis süt geceden vanilya ve saleple gaz ocağında kaynatılıyordu. Sabah ortalık aydınlanmadan dondurma küveti buzun içinde fır fır çevriliyor iki saat sonra sakız gibi dondurma hazır oluyordu.

Arabanın küçük camekânına üç ayrı boyda dondurma külahı konmuştu. Beş kuruşluk, on kuruşluk, on beş kuruşluk.
Richter’in babasının olmadığını geç fark etmiştim.
Yakuba Dayı şöyle bir hikaye anlatıyordu. Bizim mahalleye gelen Almanlar’ın hemen hepsi ordunun lojistik sınıfından sanatkar kişilermiş. Richter’in babası muharip sınıftan olduğu için bir Nazi subayının sorumluluğunu almak istememiş hükümet.

‘Bulgarlar komonistleri paralamıştır onu’ diyordu Yakuba Dayı.
O günlerde bir gün kandildi. Kandil simidi kokuyordu mahalle fırını. Sokağın çocukları uzun bir iple yol kesip, ‘ya mum ya para’ topluyorduk. Harp yeni bittiği için yiyecek bakımından çocuklara hoş görülü davranıyordu esnaf. Cılız kollarımıza kandil simitlerini bilezik gibi takıyorduk.

Ayrıca Marshall yardımından gemi dolusu un geldiği söyleniyordu Mudanya’ya. Marshall unundan kandil simidi yapılmasına karşı müdebbir davrananlar vardı.
Kandil geceleri Mevlit olurdu Ulu Camide. Ama biz hemen yanındaki küçük Orhan Camiine giderdik çocuk başımıza Ulu Camide kaybolmamak için. O gece Rihter de koşup gelmişti Mevlit’e. Her zaman olduğu gibi birer avuç leblebi şekeri koymuştuk ceplerimizde. Safların en arkasında leblebi şekerlerini secde mesafesine diziyor, her secdeye varışta takur tukur yiyorduk. Rihterin çok hoşuna gitmişti bu ibadet tarzı.

Mayıs ayına girilmiş, Hıdırellez günü yaklaşmıştı. Çocuklar için uçurtma demekti Hıdırellez haftası. Renk renk kocaman uçurtmalar salınırdı Bursa’nın çatılarının üstünden mavi gökyüzüne.

Hıdırellez için benim uçurtmamı liseli Sefer ağabey yapacaktı.
Rihter’le birlikte renkli kaplama kâğıtlarını alıp gittik Sefer Ağabey’e. Sefer ağabey evlerinin geniş taşlığında adam boyu uçurtma çıtalarını altıgen olarak çatmış, sağlam bir kınnap ile gerdiriyordu.

Renkli parlak kâğıtları taşlığa yayıp, uçurtmayı hızla kaplamaya başladı sefer ağabey. Sonra bir mahalle dolusu çocuk uçurtmanın başını kuyruğunu taşıyarak sokaklardan geçirip Tophaneye çıktık. Oradan Nilüfer ovasına doğru saldık uçurtmayı. Mavi gökyüzünde hışırtılar çıkararak süzüldü durdu
ta gün batana kadar.
Günün tenha saatlerinde dondurma arabasını Richterle beraber gezdirmeye
başlamıştık. Bir gün yabancı mahalleden bir çocuk sapan taşıyla dondurma arabasının camekânını kırıp kaçtı. Cam kırıklarını temizlerken ikimizin de elleri sıyrılmış kanamıştı. Mahallenin çocuklarından öğrendiğimiz şeyi yaptık biz de, kanlarımızı karıştırıp kan kardeşi olduk.
Amasyalı Hafize ablayla Richter’in annesinin ahretlik olduklarını daha sonra öğrenecektik.

Sonbahara doğru bir gün Almanlar denklerini yapıp ordu motosikletleriyle
ayrıldılar mahallemizden. Öyle büyük bir sızı duyulmuştuk ki mahalleli günlerce kendine gelemedi.
1992 yılı idi. Anlattığım 1949 yılı kırk yıl gerilerde kalmıştı. Tek kişilik bir tiyatro oyununu oynuyordum Ankara Devlet Tiyatrosunda. Yakın bir arkadaşım bir Alman vakfının benim oyunum ile ilgilendiğini, İstanbul’a gidip görüşürsek hoş şeyler yapılabileceğimizi söyledi. Bir sabah çok erken saatlerde Esenboğa Hava Meydanındaydık. Uçuş saatine daha vardı. Güneşin Kalecik yönünden kızartılarla doğuşunu seyrediyorduk. O sırada meydandaki bir uçağın kargosundan ardı ardına iki tabutun indirildiğini gördük. Sarsılmıştık ister istemez. Ama iki tabutun arkasından üç tane küçücük tabutun indiğini görünce içimiz daraldı kasıldık kaldık. Bayrak mı örtülüydü üzerlerinde tabutların yoksa sabahın keskin kızıllığı mı ala boyamıştı onları bilmiyorum. O sırada yolcuların arasında bir hareket oldu. Arkadaşım gidip öğrenmişti olup biteni.

Almanya’nın Solingen kentinde ırkçılar tarafından yakılan iki anne ile çocuklarıydı kargodan indirilenler. Amasya’ya gönderileceklermiş toprağa vermek için.
Arkadaşıma, ‘ bırak, gitmeyelim’ dedim. ‘Gitmeyelim İstanbul’a.’
Arkadaşım boş bulunup, ‘niye’ diye sordu. Sonra hemen fark etti.
‘Vakfa gitmeyiz’, dedi. ‘Tükürürüm vakfına!’ ‘Ama gel İstanbul’a gidelim. Kuzguncuk’a götüreyim seni. İskeledeki İsmet Babanın Yerine.’
‘Rakı içersem çarpılır, çok ağlarım’ dedim.
‘Ben de onun için götürüyorum seni.’dedi.
KAYNAK:
ETİKETLER:
ÖNCEKİ HABER

SONRAKİ HABER